28 Kasım 2009 Cumartesi

Sonra dedim ki ulan nereye oturayım? Üç kişi olunca sorun değil ama biz iki kişiydik. İki kişi olunca kötü, karşısına mı oturayım yoksa yanına mı? Bitmedi, yakın yanına mı? uzak yanına mı? Bunlar kafamı meşgul ede dursun. O gitti en köşeye oturdu, ben gittim uzak yanına oturdum. Oturunca, rahatladım tabi. Rahatlık dediğimiz duygu hissedildiği anda batabilir. Nitekim, öyle de oldu.

Bu sefer uzak pencereye mi? yoksa yakın pencereye mi baksam? diye gerildim. Uzak taraftakine bakarsam onu hiç göremem dedim. Sus-pus otururuz tüm yolculuk boyunca. Olmaz. Yakın pencereye bakarsam da sürekli gözgöze gelme ihtimalimiz vardı. Hay ben o ihtimallerin... Gözgöze gelindiği anda iletişim halindesin demektir. O anda konuştun konuştun, konuşamadın gözler konuşur. Gözler konuşmasa keşke ya. Açık vermemek lazım. En köşeye oturması gibi yine ilk hamleyi o yaptı, yanındaki pencereden dışarıya baktı. O yanındaki pencereye bakınca, ben de fırsattan istifade yakın pencereye baktım. O bakmaktan vazgeçip, kafasını çevirince, ben de vazgeçip, kafamı çevirdim. Sonra kafamı koyacak bir yer bulamadım. Hedefe kilitlenemedim. Mal gibi ayakkabılarıma baktım. Mala bakmak sevap kazandırmadığı için ondan da vazgeçtim.

Yaramazlık yapmaya hazırlanan misafir veletleri gibi etrafı kolaçan ettim. Etrafı kolaçan ederken bir iki defa çaktırmadan yakın pencereye baktım. Tam güzel şeylerden bahsedecektim ki bu sefer de kalem satan bi çocuk geldi. Ağbi dedi, okul parası dedi, bi milyon dedi. O konuştukça ben içimden; ulan dedim, zamanımı dedim, yapma nolur dedim. Onu görmemezlikten geleyim diye yakın pencereye baktım. Tamam, yalan söylemeyeceğim, aslında yakın pencereye bakmak için onu görmemezlikten geldim. Ben ekranda “mission complated” yazısı çıkar diye beklerken, çocuk son bir çırpınışla sesini inceltti, daha bi acılaştı. Bu sefer; güzel ağbilerim dedi, anam babam dedi, eğitim dedi. Dayanacak gücüm kalmamıştı, son bir umut yakın pencereye baktım: yazık çocuğa, alalım bi kalem ne olacak dedi. Bu beni bitiren cümleydi. Dımdızlak ortada kalmıştım. Hareket edemiyordum. Nefes alamıyordum. Doktor bey hastamızı kaybediyoruz, nabzı bi garip atıyor.

Ben ölüm döşeğindeyken, süpermen geldi, çıkardı cebinden bi milyonu, aldı kalemi.
Ve beni hayata döndürdü.
Eyvallah amca.


Sonra indik zaten vapurdan...

20 Kasım 2009 Cuma



i want to
i want to be someone else or i'll explode
floating upon the surface for
the birds, the birds, the birds
you want me, well fucking well come and find me
i'll be waiting with a gun and a pack of sandwiches
and nothing, nothing, nothing, nothing
you want me
well, come on and break the door down
you want me
fucking come on and break the door down
i'm ready
i'm ready, i'm ready, i'm ready...

19 Kasım 2009 Perşembe




*Deli gibi televizyon izliyorum. Dayanamıyorum, alıyorum elime kumandayı; basıyorum şova, basıyorum stara, basıyorum flaşa. Zulüm gibi. Sürekli evlendiriyoruz, sürekli boşuyoruz, sürekli aldatıyoruz, kırıyoruz, döküyoruz. Bana ekmek verme, reyting ver! Sizin kocanız neyli olsun? Evli? Arabalı? Arsalı? Çocuklu?
*Aşk üzerine faydalı bir düşünce fırtınası ummuştum halbuki. İnsanlar utanacak, sıkılacak; “ ya ben aslında onun en çok kokusunu sevdim” diyeceklerdi. Halbuki 50 yaşında amcam çıkıp; “ bu karıyı mı layık gördünüz lan bana, dört ayaklı bu!” diyecekti. Diyemedi. Benim arsam var, kocaman dedi. Amca madem oraya çıkınca kendini özgüven sahibi bir insan olarak görüyordun, o zaman karıya gitseydin. Hani parayla yapmazdın sen bu işleri? Kandırdın mı bizi amca?
*Bir de bunun “ biz çok misafirperveriz” olanları var. Kadının dininden girip erojen bölgelerinden çıkan amcam, misafirperverdir. Sıcakkanlıdır. Hümanisttir. Dövizseverdir. Orada karılar rahat di mi lan amca? Yenge ne yapıyor amca?
*600 yıl dünyayı titretme meselesine değinmiyorum bile. Bak çabuk titretmedim dikkat edersen. “Kıçı kırık Yunanlar bi film çektiler hocam, biz niye çekemeyelim” diyen birileri var bu ülkede.

*Farid Farjad

*Penelope Cruz

*Eric Cantona


*Güzel güzel deri çizme giyerken, ugg nedir allasen! Hem ondan şarap içilmez. Halbuki deri olsa, litrelik dikmen bile içilir. Şarap önemli.
*Hadi diyelim deriye alerjin var, giyemiyorsun filan. O zaman normal bi ayakkabı giysene. Zaten genelinde bir sorun var; olgunluk. Hadi imajla bi parça kurtarıyordun. Şimdi o da kalmadı. Ne olacak?

4 Kasım 2009 Çarşamba


babası haydar zere gazetelere “ artık çocuğumun cenazesini alıp, gitmeyi bekliyorum. bana sağ vermelerinden artık ümidim kesildi” dedi. inanır mısın güzel kardeşim, bir avuç insan hariç kimse üzülmedi ve dahası kimseler duymadı. chp genel başkanı deniz baykal açılımı bir elinden tutmuş fırına sokarken, racon kesen başbakanımız aşı olmama konusunda sağlık bakanını ikna etmeye çalışıyordu. beşiktaş ikinci golü kalesinde gördüğünde, istanbul kitap fuarına yığınla “ahiret sonrası yaşam” kitapları yerleştiriliyordu. ankara'da kuru soğuk burnumuzu kızartırken, içimiz şarapla ısınıyordu.
öyle ya insan hakları, “bize bir şey olmaz ya” mantığından öteye gidememiş insanlarımızın pek umurumda değildir. bu yüzden insanlarımız “kaldırım taşlarına” daha çok önem verirler. “ kaldırım taşı hakları” olur mu canım öyle şey? kaldırım taşı dediğin, cam filan kırıyor. hem vergi filan boşa vermiyoruz ulan canım benim! hatta görüyorum ve arttırıyorum, burada dergi satanı da vururuz oğlum biz. hem zaten ikrar bizim genetik yapımızda var, ne demiştik “ bu vatan için kurşun atan da yiyen de şereflidir”. şeref! sana diyorum oğlum, gel bir iki kadeh daha içelim.
güler'ler bitmez! demek dahi gelmiyor içimden, iyiden iyiye korkuyorum artık bu memleketten. önceden farklı değildi ama ne bileyim, gözünün önünde cereyan ediyor artık herşey. hem kim demiş ki “burada işkence yok” diye. "yok" demediler ki, hep vardı, hep öldük, öldürüldük. “işkence yok” demediler, bıyık altından güldüler. “insanlık onuru” demelerini zaten beklemedik, omurgasız yetiştik, yetiştirdik. burada vurdun, kırdın, aç bıraktın, hapishanelere doldurdun, işkence yaptın, öldürdün.

ulan bi yanamadın gitti be babilon.

24 Ekim 2009 Cumartesi

tırsmak

+ahmet be, çok fena göbek yaptın olm ya!
-evet olm ya, spora başlamam gerek laayyynnn aha!
+goooooool, sevgili seyirciler. Messiiii meessssiiiiiiiii bu adam neyin nessiiiiiiii
-kırarım bu makineyi!

Oyun oynarken neden böyle davranıyorsun canım mustafa.


teee evvel zamanda ben buraya başka birşey yazacaktım. Yani Mustafa beni sürekli yendiğinden mütevellit ben bir kaç gündür çok üzgündüm. Üzüldüğümü gören Mustafa, bir gece yarısı ben üstteki satırları yazarken, üç tane hatunu arabaya doldurup yanıma getirdi. Sağolsun, varolsun.

Ama işte onu da yazamadım. Ikinci olayı da şeyedemeden üçüncü olay başgösterdi. Olaylar birbirine girdi. Nereden hangi konuya dalsam, hep bir başka şey araya kaynadı. Inceden tırsmaya başladım. Hatta ne incesi lan tiril tiril titriyorum şu an. Yoksa gece beş olmuş, zaten gribim, fosur fosur uyurdum. Ama yok, o da olmadı. Bu playstation hayatımı mahvetmeye devam ediyor. Çalınacak diye o kadar çok korkuyorum ki sarılıp uyusam yeridir. Ya da her gece birimiz uyanık kalsın, nöbet tutalım başında. Yaklaşık bi on beş dakika önce kimliği belirsiz kişiler tarafından notası belirsiz sesler odamda yankılandı. Sanki biri kabloları çekiyordu, sanki biri bulureylerimi cebine dolduruyordu, sanki yabancı birinin avuçları arasında benim kollar duruyordu. Bana göre yaklaşık 1 saat ancak dünyanın dönüş hızına göre 5 dakika süresince kulak kabarttım, dinledim. Evet, birisi salona girmişti. Mustafa kalkar diye yine bana göre 1 saat kadar bekledim. O da olmayınca, yorganı üstümden çektim, ışıkla kapıyı aynı anda açtım. Ki bana göre bu çok önemli bir gözdağı, bir mesaj. Işıkla kapı aynı anda açılırsa, kesin içerden biri dışarıya doğru sparta vari çıkış yapacak demektir. Ama ben yapınca öyle olmadı, yani tam olmadı, burnum akıyordu tam o sıra. Neyse kaptım şarap şişesini daldım salona, baktım hiç kimsecikler yok. Geldim şimdi yatağa, sigara içiyorum. O kadar tırsttım ki playstationu kapsam diyorum, hiç bilmediğim bir şehrin, hiç bilmediğim bir çöp konteynırına koysam acep kurtulur muyum?

Not: şimdi yatağın yanına tripodu koydum, üç kişiye kadar saldırı yapabilirim.

7 Ekim 2009 Çarşamba

Sevgili apartman yöneticisi ilhan amcama

İlhan amca, nasılsın? Biliyorum, iyisindir. Eminim ki yenge yine güzel yemekler yapmıştır. Kızının dersleri nasıl? Kızın msni verir misin? Şaka şaka. Hemen sinirlenme İlhan amca. Sözlerime nasıl başlasam bilemiyorum. İkinci yılına girdiğimiz bu mütevazi komşuluk teranesi içinde birbirimizi hiç üzmedik, hiç kırmadık. Bazen bizim Mustafa'nın can sıkıcı hareketleri aramızı gerdiyse bile alttan almasını bildin, hep çocuğun gibi bizi sevdin, yol gösterdin.
Bu mektubu yazma sebebime gelince ilhan amca; biraz önce sizin eve çıktım ve sen kapıyı açtın. Amacım muhtarlıktan aldığım belgeyi sana teslim etmekti. Bi de o belgenin üzerine telefon numaramı yazdım ilhan amca, onu da kızına şeettirsen hehe. Kızma ilhan amca, vallahi kötü bi niyetim yok. Neyse, ilhan amca sen kapıyı açtığın sırada ne oldu biliyor musun? Bilmezsin ilhan amca. Sen kapıyı açtığında içeriden yemek kokusu geldi burnuma ilhan amca. Kurufasülye yiyorsunuz ilhan amca. Yenge yine yapmış yapacağını. Geçen sefer de sizin daireye çıkmıştım, yine yemek yiyordunuz, o sefer kanat yiyordunuz. Onu canım çekmemişti ama kurufasülye beni fena etti ilhan amca. Sen ağzını şapırdatarak “hmmmffsss hallettiniz mi işleri?” diye sordun ya ilhan amca, benim o sıra kafam sizin mutfaktaydı ilhan amca. Bu arada sizin salon tertemiz ilhan amca, yengeyi bir kez daha tebrik ediyorum.
Biliyorum, şu satırlara “şehir hayatının komşuluk ilişkileri üzerindeki etkisi ve kafkaesk dünyanın derinlikleri” diye devam etmemi bekliyorsun ama yapamayacağım ilhan amca. Benim aklım sizin kuruda kaldı ilhan amca. Hani biz ilk geldiğimiz zaman “oğlum şu mutfak camına perde takın, karşıdaki teyze rahatsız oluyor” demiştin ya ilhan amca. İşte ben o teyzenin, özür dilerim ilhan amca, kabalaştım biraz. Biz oraya niye hala perde takmadık biliyor musun ilhan amca? Çünkü mutfak ne kadar boş, ne kadar yalnız, ne kadar karanlık göstermek istiyoruz size ilhan amca. Sen hala perde tak diyorsun ilhan amca. Takmıyorum perde filan ilhan amca. Çok sıkışırsam posta, bulvar türevi gazeteleri yapıştırırım ama perde takmam oraya ilhan amca. Perde takarsam oraya sanki yemek pişiyormuş, sanki bu çocuklar çok hamaratmış gibi bir şey olur ilhan amca. Artık ne olur sen karar ver lan dübük!
Kılım olm sana, kapıcıya da kılım. Çöp için niye kapıyı çalmıyor ulan, kolumu yorulur hıyarın. Bir daha görürsem herifi valla billa çıkartır çatı katına döverim hıyartoyu! Ayrıca o en üst kattaki bodur boylu kokanaya söyle az parfüm sürsünler. Sabah sabah midem kaldırmıyor anasını satiyim. Kızına da söyle canı sıkılınca bize gelebilir. Benim söyleyeceklerim bu kadar ilhan amca, bir daha ki sefere mektup yazmam, mustafayla adam toplar, tam apartman ışığı söndüğü anda dalarız sana. Hadi bye!

1 Ekim 2009 Perşembe

SONRADAN GELEN

Sonradan gelmek ne fena ulan. Dikkatler üzerinde oluyor ulan çok kötü ya. Dikkatler üzerimde olsun, on numarayım, süpersonikim diyorsan güzeldir ancak bunu istemeyenler için skimsonik bir hal alıyor. Mesela ben sonradan gelen olunca çok sıkıcı oluyor. Hep bir umut yüze bakmalar, hadi yeni geldin bir espri yap, bir şaka yap filan. Ben selamımı verir, geçerim köşeme. Bir anımı anlatayım, bak nasıl inanacaksın bana.

Küçükken Erdal B.çekmecespor da top tepiyordu. Her gün-akşam antremana gidiyordu. Forması vardı, kramponu vardı, tozluğu vardı. (Evet, ne yazık ki vardı). Erdal küçüktü ama ben daha küçüktüm. Afedersiniz götten bacaktım. Her akşam Erdal'ı terli terli, yorgun argın eve gelmiş görünce canım çekiyordu. Erdal futbol oynarken ben neden evde şairin vermek istediği mesajı düşüneyim ki? Doğal olarak mesaj iletilemiyordu. İnat ettim, allam ettim kullem ettim, her gece bağrımı gere gere isyan ettim, önümde duran hemen hemen her nesneye futbol topu gözüyle baktım. Yakarışlarıma dayanamayan babam, açtı kollarını, “ senden futbolcu olmaz kocakafa heuehueh” dedi. Annem babamın söylediklerine sinirlenince semt pazarından gitti plastik top aldı. Sabah akşam evin önünde top teptim. Cam, pencere ne var ne yok yıktım geçtim. “ burası ali samiyen mi anunagoyim” diyenleri ciddiye almadan sürekli vurdum. Vurdukça coştum, coştukça daha sert vurdum. Ve bir gün patlayan plastik topun yarısını kafama yerleştirmiş gezerken, aynı zamanda çekmecesporun teknik direktörü olan adnan amca bende ki cevheri farketti. Bu çocuk futbol için gelmiş dünyaya, diye düşündü. Yarın gel takımla çalışmalara başla, dedi. Sevinçten gözüme uyku girmedi. Sözleşme imzalarken basına neler söylemem gerektiğini düşündüm durdum yatakta.
Gel zaman git zaman ben takımla çalışmalara devam ediyordum. Hep top topluyordum. Olsundu, o da yeterdi bana. Bir hafta bu erdalların dangalak takımı bir maçı kaybetti. Ben yedeğin yedeği olduğum için anca tribünde oturdum. Yenilgiye sinirlenen Adnan amca, soyunma odasında esti gürledi. Sizlerden bir halt olmaz, dedi. Futbol sonunda çekmecesporun kazanması gereken bir oyundur, dedi. Konuştukça sinirlendi, sinirlendikçe coştu. Ve cezayı kesti, haftaya yedekler oyuna çıkacak! Ben de yedeğin yedeği olduğum için doğal olarak o maç yedek olacaktım. İşte beklediğim vakit gelmişti. Bıkmadan, usanmadan çalıştığım, gecemi gündüzüme katıp azimle istediğim forma şansı sonunda karşıma çıkmıştı.
Ve maç başladı sevgili seyirciler...
Yedek kulübesinde takımın en hırslı oyuncusu olarak yerimde duramıyordum. Pas versene lan! Koş laaaan koooooşş! Diye diye kendimi yırtıyordum. Aslında adnan amca beni farketsin istiyordum. Gör beni hocaaaa!
Ve ilk yarı sona erdi sevgili seyirciler...
Ve beklenen an geldi sevgili seyirciler, yeni yıldızımız, ahmet oyuna giriyor.
Oyuna dahil olmadan önce, adnan amca kenarda gerekli talimatları verdi. Şu kaptan var ya, işte onu tutacaksın ahmetcim. Sert oyna, kır ayağını gibisinden birşeyler söylüyordu. Bir sürü şey söylemişti, ben sadece kaptanı tut kısmını anlamıştım. Neyse oyuna girdim, kaptanın yanına koştum, arkadan formasını yakaladım, gel buraya köpeeeek! O bacakları eline vericem senin ibneeee! Sahada futursuzca koşuyordum, kaptan nereye, ben oraya. Kaptanda kaptan yani, kallavi bir herifti. İki katım kadardı. Sahanın içinde kafam karışıyordu, top ayağama gelince mala bağlıyordum, maldonado'nun 10 yaşındaki haliydim, hemen yanımdakine topu veriyordum. Top onlara geçtiği zaman, sürekli bana “kaptanı tut” diye bağırıyorlardı. Pavlov'un köpeği olmuştum. Kaptanı tut diyorlardı, hedefe kilitlenip, koşuyordum. Sümük gibi yapışmıştım herife.
Ve son düdük...
Skor 7-0 gibi net bir skor. Brüt bi 15 olurdu heralde.
Benim futbol hayatımda orada bitti işte, sonradan gelene çok umut bağlamışlardı.
Sonradan gelene çok güvenmeyin dostlarım, bu kadar.

21 Eylül 2009 Pazartesi

siyah çikolat


sevgili çikolata üreticileri, üzülerek söylüyorum ki siyah çikolatayı kimse yemiyor. kahverengi olanını gören insanlıktan çıkıyor. lütfen direnmekten vazgeçip, üretimini durdurun. saygılarımla.

10 Eylül 2009 Perşembe

ula nasıl babalar var, çocuğunu maymun ediyor yutuba koymak için.

sitsen öyle olmam, bizim oğlan mal, yutuba bile çıkamıyor.

3 Eylül 2009 Perşembe

ilişkisizler

haaa dersin ki " lan lavuk, yazıyon yazıyon da sen niye yalnızsın? "
hakan taşıyan'dan geliyor " gazım geliyoooorr gazım geliiiyoooooooooooor"

ilişkiler?-2

tabi kadınlar için şöyle böyle yapacağız, aman da o kırılmasın, o bozulmasın diye düşünmenin de gereği yok.
bunun dangalağı var, aseksüel/frijit olanı var, kendini olmuş olarak göreni var. var oğlu var yani.

he erkek nota bilsin, ritm bilsin. elbette bilsin ancak bunları kullanmasını da bilsin.
yani tek kadın üzerinde değil hocam, sen böyle davranmasını bil sonra tüm kadınlar üzerinde yap bunları.
nedir, kadınların yumuşak noktalarından birisi, arkadaş arasında baskın erkeğe sahip olmak. azıcık sevgilinin, hatunun çevresi hakkında fikir edin ağbi, sonra ver beline kazmayı, küreği.

kadınların ne istediklerini bil, öğrenmeye çalış. ama çok ciddiye alma lan!
aklın başında olsun delikanlı, ipler onun elinde olsun bırak, sen elinde ip mip tutma zaten.
ha bu dediklerim aşıklardan, aşklardan dışarı.
şopenaur olaydı, valla billa bunları yazardı.

28 Ağustos 2009 Cuma

ilişkiler?

aslında yapılması gerekenler basit, önemli olan herkesin ne yapacağını bilerek davranması.
mesela; bir kadın şarkı dinlerken, kaptırır kendini, o an nasıl hissettiyse, ona göre davranır, ona göre hareket eder.
ilişkide de böyle, kadın o sıra nasıl hissettiyse öyle davranır, o sırada şarkı onu mutsuz mu etti, biraz gerildi mi, hemen huzursuzluk çıkartır.

erkek için böyle rahat olmuyor. sen böyle "aa ne güzel ilişkimiz var", "bu bir sevgi olayı ercan" diyerek etrafta dolanırsan, olmaz. senin kadını da düşünmen gerekiyor ne yazık ki mınakoyim. o ne düşünüyor, ne hissediyor ya da en azından olabilecekleri düşünmen gerekiyor. yani sadece şarkıyı dinlemeyeceksin arkadaşım, notasını, ritmini, şusunu busunu anlamaya çalışacaksın.

illa kötü olacak değil herşey, şarkıyı dinlerken hatun çok mutlu olur, üzerine atlar. o dakkadan sonra kodötüne şarkının zaten, yapacağın iş belli.
ha yok ben heyecanlıyım, ne hissedersem onu yaşarım, kaldırımlarda elele dolanırız, romantik takılırım diyorsan. hatun şarkıyı bi değiştirir, sen mal gibi "hehe çoğ gizel" dersin, sonra bi bakarsın kimse yok yanında.

16 Ağustos 2009 Pazar

trabzon

üzerinde ciddi manada durulması gereken memleketim.
oğuz atay, yazılı edebiyatın korkunun onayından geçtiğini, bu yüzden sözlü edebiyatın da dikkate alınması gerektiğini söylemiştir ya,
hani ninelerimizden, dedelerimizden dinlediklerimiz, inanın bugünden çok farklı.
derin demeyeceğim doğrudan söylemek istiyorum; "devlet" trabzon'a kamp kurdu.
öyle böyle değil hem de, ufacık ilçeye hiç gereği yok iken koskocaman polis merkezi kuruldu.
polisler gece içki içen, türkü söyleyen gençleri taciz ediyor!
"mit" oraya, buraya adamlarını gönderip, o şehrin tanınmış, saygın aileleriyle işbirliği yapmaya çalışıyor!
zaman zaman, bu köyde pkk'lı var denilerek, baskı uygulanıyor!
komplo teorisi gibi oluyor ancak; "trabzon" şehrini bir cephe gibi kullanmaya çalışıyorlar.

diyeceğim o ki;
benim memleketimde ramazan ayında meyhane açık, hem de tıka basa dolu, iki kadeh atmaya gidebilirsiniz.

1 Ağustos 2009 Cumartesi



not: ben birazcık isyanlardayım;


dördüncü büyük olmayı öyle eziklik ya da bir şekilde altta kalmayı kabulleniş olarak görmüyorum.

birinci hanginiz? diye sorsam, cevap yok. çünkü kabullenemiyor daha aşağısını güzelim istanbul takımları.

onlara sorsan hepsi birinci, e hanginiz ikinci, üçüncü?

ayıp değil dördüncü büyük olmak, hele ki anlamını kavradıktan sonra.

anadoludan çıkan bir efsanenin numarasıdır dört.

fakir edebiyatı olsun diye söylemedim anadoludan çıkan efsane ifadesini, azıcık aradaki dengesizliğe bakarsak anlaşılıyor farkı.


sadece o şampiyon oldu,

hem de öyle kötü futbol, kaka futbol olarak değil,

bilakis karşısındaki takımın dizlerini titreterek,

tek bir kornerle onları mutlu ederek.


evet, dördüncü büyük.


hem de öyle doğal yollardan edinilmiş avantajlarla(istanbul) değil,

yüreğinin ve terinin marifetiyle dördüncü.


oligarkların yuvasında değil,

yaylaların ve derelerinin ev sahipliğinde dördüncü.


para piyasasının inip çıkan bozuk ritminde değil,

kemençenin ve karadenizin hıncıyla dördüncü.


dördüncü büyük olmak kötü birşey değil,

çünkü onun büyüklüğünü boyutundan değil, işlevinden anladılar.

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Hatırı sayılır miktarda içki içenler,

gözleri kızarıp, elleri sararanlar,

kutsal romanın askerleri,

artık eski sevgiliye kapak takmaktan vazgeçin!


Ulan eski sevgilinin eşyalarını sattıktan sonra elinize ne geçecek!

Sonra pişman olup, iki katı paraya geri alacaksınız, yazık değil mi?


Sanaldan vazgeçin arkadaşlar,

demek istediğim tabi ki facebook, yonja, msn misali yerler değil.

İsteyen istediği şekilde kullansın, sevişmek isteyen, eğlenmek isteyen, muhabbet isteyen ona göre takılsın.


Ama sanaldan vazgeçin yahu!

Yani sevişmek isteyen, eğlenmek isteyen, muhabbet isteyen ona göre davransın.

Romantik şarkıları dinleyip, karşısındaki erkekten erotik muamele bekleyen arkadaşlar var aramızda.

Hatta aramızda “ulan taş gibi herif” dedikten sonra arabeskin dibini boylayan kadınlar var.


Kafam karışık olabilir, ama sanaldan vazgeçin yahu!

Ulan ne boktan insanlarsınız be!


21 Temmuz 2009 Salı



Terazi burcu erkeği:




wikipediden yardım alarak yorumluyoruz efendim;





  • Diplomatik, uzlaşmacı : Çok konuşuyor demek istemişler.


  • İdealist : Ya devamlı tatil planı yapıyoruz, arkadaşım bir tanesi gerçekleşsin be.


  • Yardımsever, uysal, girgin : İlk olarak girgin ne demek ? Hemen tdk'ya başvuruyoruz “ herkesle çabucak yakınlık kurarak ( vay çakal) işini yürütebilen ( nasıl bir iş? ), pısırık karşıtı(o ne?)” demekmiş. Öyle biriyim yani ben, adam olun, pısırık pısırık durmayın! Yardım sever tabi ki, ben yardım severim, bütün yardımlarınızı kabul ederim, severim, evet. Uysal, kedi gibi yani, ama mesela kaplan kedisi, aslan kedisi gibi, çünkü girginim ben.


  • Neşeli, romantik, çabuk kanan : Bak hele hele, espri on numara, çiçek-böcek konularında on numara fakat gel gör ki saftriğin önde gideni!


  • Kibar, zarif : Hesabı ben ödüyorum. Olur mu ağbi ben öderim yahu! Valla müsaade etmem, ben ödeyecem. Bal damlıyor dudaklarından beybi.




Demek ki neymiş? Evet, aynen öyle.

16 Temmuz 2009 Perşembe

ibibik

Aujourd'hui, maman est morte. Anayı bacayı karıştırmayacaksın, ilk önce adam olacaksın.Şimdi rahat!
**********************************************************************************

ÇEKDİSAUT!!!

ne zaman sokakta top depen oğlan görsem,

ne zaman kaldırımın orta yerinde ortası basık şişe görsem,

hep seni hatırlıyorum.



ne zaman saçlarımı kısa kestirsem,

ne zaman gözlerim jöleye takılsa,

hep seni hatırlıyorum.

evet, hep seni hatırlıyorum.

hı hı, hep seni hatırlıyorum.

aşkım, hatırlıyorum dedim ya!!!

Evet, sevgili dostlar, şair içindeki Sabri sevgisini bu dizelerle ifade edebilmiştir. Dostum futbolcu demişsin ama bu ne lan!!!( ağzı yamultarak espri yapma)

**********************************************************************************

Sevgili “kitap okuyamıyorum çünkü uykum geliyor” diyen güzel kız, kadın, hanım, bayan, çıtır, bıldır, yalapşap sözüm sana.

İçimizde “ulan film çok sıkıcıydı, bende uyudum” dedikten sonra bir daha film izlemeyen var mıdır?

İçimizde “karşimm müzik bok gibiydi yeaa, uykum geldi, daldım” dedikten sonra bir daha müzik dinlemeyen var mıdır?

İçimizde “ kanqs eheheh olm fotolara (vb.) bakarken uyumuşum yeaa, çok sıkıcı eheheh” dedikten sonra bir daha sergiye gitmeyen var mıdır?

Hani operayı filan es geçiyorum, zira ulaşması zor vs. bahane çok.

Sevgili “kitap okurken uyuyakalan güzel kız”, bu satırları okuyorsan, bütün rüyaların gerçek olacak, zilyon liralık arabalara binemeyeceksin ama memelerin asla sarkmayacak. Sonra işte Erdal geldi, biz bi güldük, bi güldük, deme keyfimize.

**********************************************************************************

Öncelikle bu ödülü almamda emeği geçen tüm arkadaşlarıma teşekkürü bir borç bilirim. Yılın en çok kredi kartı kaybeden dangalağı ödülü benim ve ailem içim büyük bir gurur kaynağı. Şimdi heyecandan inanın ne diyeceğimi bilemiyorum. ( tam burada bir kaç göz yaşı damlası) Diğer yarışmacı dangalaklara da söylemek istediğim, çok çalışmaları gerektiği. Çünkü bir vakit sonra içinizdeki heyecan sönmeye başlıyor, artık kaybetme duygusu eski tadını vermiyor, artık çevreniz gülmüyor, bilakis kıt zekalı olduğunuza kanaat getiriyor. Fakat azimle ve düzenli çalışmayla, şu an elimde gördüğünüz ödülün sahibi olabilirsiniz. Sözlerime burada bir son verirken, aldığı iki artı bir ses sistemini sürekli lan sanki sağdaki çalışmıyor? lan du bakim bas çalışıyor mu? diyerek kontrol eden, bilhassa kulaklarını dayayan insanlara selam ederim. Klavyesinin içini susamla dolduranlara hediyem olsun “ALKIŞ”.

30 Haziran 2009 Salı



Atımı köşedeki telgraf direğine sıkıca bağladım. Çevrede top oynayan çocuklara “ buna dikkat edin len, kimse yaklaşmasın” dedim, umursamadan top oynamaya devam ettiler. Ne garip yer, diye düşündüm. Bardan içeri girdim. Bar; bir kaç tabure ve iki masadan oluşan, ufak bir yerdi. Yaşlı bir Meksika göçmeni barmenlik yapıyordu. Bembeyaz saçları beline kadardı, yüzünde ki çizgiler sürülmüş tarla hissi veriyordu. Aslında onu birine benzetmiştim. Şimdi hatırladım, halama benziyordu. Bara oturduğum sırada bu saçma benzetmeye gülüyordum. Ona bakarak güldüğümü anlayan barmen yanıma doğru yaklaştı ve elindeki arjantin bardağını vıcccııkk cıııcccııkkk diye silerken ne içeceğimi sordu. Ben bi bira alayım lütfen, dedim. Barmen buz gibi bardağı kaptığı gibi barın baş tarafına doğru yürüdü, birayı doldururken bir yandan da bana bakıp “bu salak niye az önce bana güldü” diye düşünüyordu, kim bilir. Biramı beklerken yan taburelerde oturan yaşlı adamları süzüyordum. Ulan ne biçim yer arkadaş, dedim. Amca siz neden kahvehaneye gitmiyorsunuz, ne biçim emeklisiniz lan siz! Sonunda can sıkıntısına dayanamayıp yanımdakiyle birşeyler konuşma ihtiyacı hissettim. Hava çok sıcak yahu, burası hep böyle mi olur, dedim. Elindeki bardağı göstererek, ilacı bu, bira hamallık ya, dedi. Ulan ne biçim klişeymiş arkadaş, dünyanın bütün yaşlı-göbekli-kel amcaları tek bir ağızdan bunu söylüyor lan! Amca siz gizli bir teşkilatsınız değil mi, biraya karşı gizli bir örgütlenme! İçimi kolay amca, ondan içiyorum, yoksa bende bilirim buzlu votkayı içmeyi, dedim gülümseyerek. Benim de kızım var, o da seviyor bu illeti. Kız mı? Onlar nereye takılıyor amca? Ben niye buraya geldim amca? İnsan iki dakika atıyla bi tur atar değil mi canım amcam? Sen ne tatlı bir amcaymışsın yahu! Kızınız ne işle meşgul acaba amcacığım? Okuyor, güzel sanatlarda. Ne güzel, ben de hep güzel sanatlarda okumak istemişimdir amca. Beni pek güzel bulmamış olacaklar ki izin vermediler okumama amca. Benim o güzellerden ne eksiğim var di mi lan canım amcam? Tam bu sırada biram dokuz on beş noktasına yerleştirilmiş vaziyette bana bakıyordu, ben avuçlarımı duvar yapmış, penaltının atılmasını bekliyordum. Hakem düdüğünü çaldı ve barmen biraya doğru hamlesini yaptı, düz bir vuruşla bira avuçlarımın arasına geliyordu, ben ahaha yakalarım ki diye şımardım. O sırada seyircilerin uğultuları arasında sırf şov maksatlı tek elimi kaldırdım, ben bunu tek elle bile tutabilirdim, evet tutabilirdim. Ama olmadı dostlarım bira parmak uçlarımdan kayarak yandaki amcanın votkasına çarptı. Gol oldu, sayın izleyiciler. Ağbi neeaapttınn yaa, dedim. Amca ayağa kalktı üstü başı votka-bira olmuştu. Hocam valla özür dilerim, pis burun vurdu ibnetor, dedim. Enseme bi şaplak indirdi barmen, nasıl koydum golü dercesine. Hareket yapma lan, adam gibi sevineceksen sevin, dedim. Oğlum bi maçın sonunda da kaybedince çamur yapmayın lan, dedi. Sigigit lan, diye bağırdım barın ortasında. Zaten bok gibi yer lan burası, bir daha nah gelirim. Amca sizin kız hangi bardaydı pardon? Ben kıpkırmızı olmuş halde, gözlerimden ateşler çıkartırken, barın arka kapısından ellerinde sopalarla, iki tane dev gibi adam girdi içeriye. Kim lan o bağıran? Barmen buradaki adetlere göre, birayı tutamamanın cezası ölümdür, dedi. Ben, ağbi valla bilmiyordum, bilsem tutardım yeminlen, diye tırsak cevaplar verdim. Baktım kurtulabilecek değilim, yere çömeldim, ellerimle yüzümü kapatarak, ağbi yapmayın etmeyin, ben öğrenciyim ağbi, kıymayın bana, ne olur güzel ağbilerim, dedim. Biz anlamayız, gelenek böyle elimizden başka bir şey gelmez, dediler. Kabullenmiştim herşeyi, artık ölümün iğrenç tadını alıyordum. Tam o sırada barın kapısı tekmeyle açıldı, içeri bir ayı girmişti. Tam anlamıyla bir ayıydı. Evet bildiğimiz ayı işte. Bir pençe darbesiyle her iki herifi yere sermişti, gözlerime inanamamıştım. Barmene yöneldi, barmen ağlamaya başladı, ben kafamı kaldırdım nolüyor lan, diye. Barmen bana yardım et! diye yalvarmaya başladı. Nasıl yardım edeyim lan, ayı bu, ölü taklidi yap ne bileyim. Ayı bardaki tabureye oturdu, bana ve arkadaşa iki soğuk bira ver genç, dedi. Ben miyim arkadaşınız, tanışıyor muyuz? Ayı kafasındakini çıkardı. Ramazan! Lan Ramazan bu! Evet benim ağbi, dedi. Ulan ilkokuldan beri görüşmüyorduk, ne iyi oldu buraya gelmen ehehe, hem hayatımı da kurtarmış oldun, dedim. Ama neden ayı kostümüyle dolaşıyorsun lan Ramo? Ağbi küçükken hep kiloluyum diye benimle dalga geçtiniz, hep ayı dediniz, maçlara almadınız, beden eğitimi dersinde en zor hareketleri benim yapmamı istediniz. Özür dilerim Ramo, komik oluyor, gülüyoruz diye yapmıştım ben onları. İlk zamanlar çok üzüldüm, ağladım ağbi, dedi. Doktora götürdüler beni sırf bu yüzden, doktor kendimle barışık olmamı sağladı ağbi, ben de artık kendimle barışık yaşıyorum, artık tam anlamıyla bir ayıyım ağbi, dedi. Sarıldık birbirimize. O günden sonra nerede bir şişman görsem, gözlerim dolar, Ramo'yu hatırlarım.




“karnınaçmılan?”


“birazaçaslında”


“arkadaşabirbuçukadanagönderbakayımoradan”

17 Haziran 2009 Çarşamba


Hapı yutamayanlara...

Siz hiç “doktor iğne yazıyor lan” diye
sevindiniz mi?
Ya da başım çatlıyor dediğiniz zaman,
avucunuza bırakılan haplardan,
ürktünüz mü?
Sizin hiç hap korkunuz oldu mu?

Aşağıdakilerden hangisi şairin vermek istediği mesajdır?

A) matrix'e gönderme yapmıştır.
B) hemşire fantezisi vardır.
C) içmiştir.
D) şampiyon beşiktaş
E) seni anlıyorum arkadaşım


Yaşım 22 lan benim. Bir tane hap yutamaz mısın arkadaş? Kolum kadar köfteleri löp löp mideye indiriyorsun, tırnak kadar hapı yutamaz mı lan insan! Tabi kimi insanlar buna inanamıyor. O yüzden ben bir açıklama getireyim;
Efendim malumunuz tıp gelişti, bin türlü hastalığa deva oluyor artık. Önceleri çok çok zor olan ameliyatlar, şimdi 5 dakika sürmeden bitiyor. Yani, herşey güzel, değil mi? Yani, ne güzel lan artık hastaneye gitmekten korkmuyorum, değil mi? Tabi sana göre güzel ağzına vurduuum. Neden? Çünkü sen hap yutabiliyorsun, çünkü sen muayene olduktan sonra koşarak eczaneye gidiyorsun, çünkü sen, çünkü sen, sen var ya topsun olm top!
Küçükken büyüyünce yutar dediler, çok üstüne gitmeyin dediler. Sonra biraz büyüdüm, neyse şurupla idare ederiz dediler. Şimdi öküze benzedim, hala daha yutamıyorum şu lanet hapları. Çok kötü bir durum, anlatması bile zor. Mesela bana böyle kırmızı hap mı, mavi hap mı diye soru sorulursa, iğnesi yok mu ağbi bunların derim. En kötüsü de son çare olarak çiğnerim.
Ahhh Ahhh, ilaç konusunda gurmeyim ulan ben. Hepsinin tadı kötü, bazısını pembeye filan boyuyorlar sanki çok matah bir şeymiş gibi. Bazı arkadaşlar da hasta olunca sırf ibneliğine “evde su yok lan! al şunu yutuver” diye elinize hap koyar, sonra yüzünüzün gerilmesini izler. Bu arkadaşlar var ya, arkadaş değil olm bunlar, ibnetor bunlar, kırarım o gülen ağzınızı!
22 yaşındayım dedim size, bugün üç tane hap çiğnedim, herkes yuttuğumu düşünürken, ben reaksiyon göstermeden, o hapların iğrenç tatlarına katlandım.
Sen!
Bu satırları okuyan ademoğlu!
Gülüyorsan eğer halime,
yanıma gel!
Biletini ben alıcam,
sen bir gel!
Ağzını sevdiğimin...

8 Haziran 2009 Pazartesi

ANLATILAN SENİN HİKAYENDİR



hiçbir şeyin şarkısı

bir sokağın ortasında yatıyor
yoldaşları kenti altüst ediyor
carlo kalkıyor hesap soruyor
güneş güneş yine doğuyor

sabah oluyor sabah oluyor
güneş güneş yine doğuyor

şimdi bayrak üstünde salınıyor
bize miti değil fikri yetiyor
mahir kalkıyor hesap soruyor
güneş güneş yine doğuyor

bir kimsesiz mezarında yatıyor
katilleri şimdi resim yapıyor
veysel kalkıyor hesap soruyor
güneş güneş yine doğuyor

sabah oluyor sabah oluyor
güneş güneş yine doğuyor

bir kaldırım ortasında yatıyor
yarasından yalanınız sızıyor
hrant kalkıyor hesap soruyor
güneş güneş yine doğuyor

sabah oluyor sabah oluyor
güneş güneş yine doğuyor

hürriyet ve adalet aranıyor
onlar kanun biz tarihi yazıyor
halklar kalkıyor hesap soruyor
güneş güneş yine doğuyor

sabah oluyor sabah oluyor
güneş güneş yine doğuyor




http://www.tayfabandista.org/bandista_-_de_te_fabula_narratur.zip
(indirmeyen messi'nin karşısında ki defans oyuncusu olsun)

28 Mayıs 2009 Perşembe

GÜZELLEME
Şimdi öğlesi sıcak, akşamı soğuk bir ankara akşamında avuçlarımın içindesin. Her akşam böyle başbaşa kalıyoruz ve inan bu beni çok mutlu ediyor. Sensiz bir hayatın içine...
Bir dakikası bile önemli hayatımın, bunu iyi biliyorsun. Sırf bu yüzden hep yanımda olmanı istiyorum. Sensiz olmayı; cezası “tek ayak üstünde durmak” olan öğrenciye benzetiyorum. Öyle ki, herkes arkandan sana bakıyor, kimisi gülüyor haline, kimisi acıyor hatta kimisi kibirleniyor. Sen duvara dönük yalnız başınasın, gözlerin tabanda meşgul olmak için birşeyler aranıyor. Yorgunsun ve dahası utanıyorsun. Halbuki sen yanımda olunca; ne gülenler, acıyanlar ne de meşgul edecek bir şeyler aramak. Sadece sen, inadına sen.
Gelecek günler ne getirir ne götürür, bilmiyorum. Çok zaman geçti sen hayatıma gireli, ne kadar çok şey yaşadık beraber. Geneli senin sayende. Ahmet yaparsın, edersin diyorsun, ben harekete geçiyorum. Sanırım sen olmasan kendime ufacık bir güvenim kalmayacak. Sanki hiç birşeyi hissetmiyorsun, sanki dünya umurunda değil. Öyle rahatsın, öyle bana aitsin ki sana karşı mahcup oluyorum.
Şimdi içimdesin dopdolu ve çok güzelsin. Asla ayrılmayalım canım benim.


açıklama: yazar burada biraya seslenmiştir ve hatta içmiştir.

23 Mayıs 2009 Cumartesi


Tam olarak tarihini hatırlamıyorum, malum hafızam pek iyi değildir, 1997 yılı olabilir, star tv vermişti, sanırım parlement sinema gecesi kuşağında. Çift haneli yaşlara yeni girmiştim, öyle malak gibi televizyonun karşına kurulmuştuk. Klasik bir pazar akşamıydı, yani haberler izlenirken büyük akşam yemeği yenmiş, biraz televizyon karıştırıldıktan sonra anne zoruyla banyo alınmıştı, yani büyük bir yük üstümüzden kalkmıştı, bir daha ki pazara kadar banyo yapmak yok. Yaşasın kirli atletlerle, tazı gibi koşup, it gibi terlemek! Tam hatırlamıyorum ama sıcak suyu kaynatıp banyo yapmışta olabiliriz, şofben var mıydı o zamanlar emin değilim. Ama emin olduğum bir şey var ki o zamanlar devlet bize su vermiyordu – devlet bizi sevmiyordu- ibneler. Mahallemizin dibinde duran, etrafı duvarlarla çevrili ( sanırsın beyaz saray), kocaman bir villa vardı. Tabi içinde oturan kocaman götlü insanlar vardı. İşte o kocaman götlü insanlara biz her ay para veriyorduk, onlarda bize su veriyordu. Sonra yine bu kocaman götlü insanların, kendileri gibi kocaman köpekleri vardı, bunu iyi hatırlıyorum. Herneyse, mahallemizin bu iğrenç kısmını başka bir yazıya saklayayım en iyisi.
O pazar akşamına kadar genelde ahmet kulunuz filmin sonunu getiremeden zıbarırdı. Ahmet kulunuz zıbarmayı pek severdi. Yani annesinin “uyku saatin geldi, yat artık” tarzındaki amerikan söylevlerine ihtiyacı yoktu. Ben zaten sürekli köpekli yorganıyla dolaşan bir varlıktım. Köpekli yorganımı çok severdim lan. Neyse baba rakıyı mezeyi yanına koymuş, ben halının üzerinde, -kadınlar kendilerini güldüren erdallardan hoşlanırlar- kısmındaki Erdal da tekli koltuğa çöreklenmişti. Annemde halının üzerinde yanımdaydı. Hatırımda kalan o gün misafir odasındaki 70 ekran tüplü televizyondan filmi izlediğimizdir. O gün niye misafir odasındaydık hatırlamıyorum. Zaten bizim aile misafir sevmez, niye misafir odamız vardı, onu da bilmiyorum. Ama tüplü televizyon güzeldi. Cam gibiydi. Ayrıca bir ara bu televizyona çanak anten bağlatmıştık. Sırf “çanak anten bağlattık madem izleyelim” diye, o sobasız odada, o sümüklerimin donduğu odada, babamla beraber anlamadığımız kayakla atlama şeysini izliyorduk. Dostoyevski görse halimizi, kesin bir şeyler karalardı bizim için. Ulan filmle ilgili yazacaktım konu nerelere geldi teeaaaalllaaam.
Red'in konuşmaları aklımda baya bir yer etmişti. Şimdi orijinal sesinden izleyince filmi, o tadı alamıyorum. Seslendirmeyi yapanın ellerinden öperim bunun için. Mozart ile tanıştım bu film sayesinde. O ne güzel bir umuttur öyle, o ne güzel bir özgürlük havasıdır. Pek sinemadan anlamam, hani böyle terim filan bilmem. Ama bu film farklı bir şeyleri var ediyor, benim için. O meşhur sarılma sahnesi olup bittikten sonra, ailecek televizyon ekranına bakakalmıştık. Andy ve Red birbirine sarıldığında, ben bulutların üstündeydim, bunu iyi hatırlıyorum. Ömrü hayatımda ne olur, ne biter elbette bilmiyorum ama tek isteğim bir gün bende o sarılmanın tadını almak istiyorum.

14 Mayıs 2009 Perşembe


Sıcaktan bunalıyordum, durakta, sırtımı dayadığım yerde “çok karizmatiğim olm” diyerek sigaramı içiyordum. Arka yapraklarına iddaa maçlarını not ettiğim gereksiz defterimle ve kulağımda kulaklığımla otobüsün gelmesini bekliyordum. “Yürüsene arkadaşım” diye arkamdan dürtülmeseydim, Nuri Bilge Ceylan sineması kıvamındaki durumum devam edecekti. Arkamı dönüp bağırmasana arkadaşım diyecektim, tuttum kendimi, yapma Ahmet dedim, yakışmaz dedim. Otobüs durağa yaklaşınca öne doğru minik adımlar atmaya başladım, otobüsün kapısına yaklaşınca, aradan çakallık yaparak sıraya girmeye çalışanlara nefret dolu, pis bakışlarımı attım.
Ön koltuğa kurulup, ellerimi nereye koyayım lan diye düşünürken yanıma dilberdudaklının teki oturdu. Gerçi önce saçlarını görmüştüm, onlar da güzeldi. Teni de güzel gibi duruyordu. Gözleri elaydı, es geçmeyeyim bunu da. Boyu, kilosu normal(?) insan ebatlarındaydı. Yani balık gibiydi. Kısrak gibiydi. Aslında kediye de benziyordu. Şimdi düşününce dinazor gibi duruyormuşum yanında. Fil gibi bir hafızaya sahip değilim ama köpek balığı hislerine sahibim. Yanında maymunluk yapmayayım diye kendimi zor tuttum. Belgesel tadında devam ediyordu her şey…
Bacaklarımı cama doğru iyicene yasladım, ufaldıkça ufaldım. Yeter ki o rahat etsin, yeter ki yanımda bunalmasın, yeter ki… Sol tarafa dönemiyordum, devamlı dibimdeki pencereden dışarıya bakıyordum. Aslında dışarıya bakıyormuş ayağıyla, penceredeki yansımasına bakıyordum. O pencereye bakınca, aha yakalandım diye, önüme bakıyordum.
Benim önüme baktığımı görünce, neyin var diye sordu. Biraz canım sıkılıyor, dedim. Başını omzuma koydu. Ben de omzumu yavaşça aşağıya doğru gerdim, sonra tüm kuvvetimi omzumda toplayarak, kafasına omuzla demi-voleyi bi çaktım ve gooooooool!



10 Mayıs 2009 Pazar


...hiç yılına savaşı attık

ve bu yolu yürümeye başladık

bizi sizin yüreklerinize götüren

ve bugün sizi bize getiren yolu.


biz işte buyuz.

zapatista ulusal özgürlük ordusu.

duyulmak için kendini silahlandıran ses.

görünmek için kendini gizleyen yüz.

isimlendirilmek için kendini gizleyen isim.

insanlığa ve dünyaya

duyulmak, görülmek, isimlendirilmek için yüksek sesle konuşan yıldız.

geçmişten hasat edilecek olan gelecek.


kara maskemizin arkasında,

silahlı sesimizin arkasında,

isimlendirilemeyen ismimizin arkasında,

gördüğünüzün arkasında, bizim arkamızda,

bizim arkamızda, biz siziz.


arkada, biz, sıradan, alışılmış kadın ve erkekleriz

her ırktan,

her renkten,

her dili konuşan,

her yerde yaşayan.

aynı unutulmuş kadın ve erkekler.


aynı dışlanmış,

aynı hor görülmüş,

aynı eziyet edilmiş insanlar

biz siziz.


arkamızda, siz bizsiniz.

maskelerimizin arkasındaki bütün dışlanmış kadınların yüzüdür,

bütün unutulmuş yerlilerin,

bütün eziyet görmüş homoseksüellerin,

bütün dövülmüş göçmenlerin,

bütün küçümsenen işçilerin,

bütün ihmal kurbanlarının,

bütün sıradan ve alışılmış kadın ve erkeklerin,

saymayanların,

görülmeyenlerin,

isimsizlerin,

yarını olmayanların yüzü...


4 Mayıs 2009 Pazartesi




Güneşin batışına yakın, Ankara’nın ıslak kaldırımlarında, kafam eğik yürüyordum. Kafamda dandadadan ötüyordu. Boğazım susuzluktan kurumuştu, öyle ki yutkunmaya çalıştıkça boğazımda bir acı oluşuyordu. En yakın bara attım kendimi, garsona bir Arjantin işaret ettim. Kirli sakallı herif buz gibi bardağı getirdi masama. Cama yakın oturmuştum, sokağı izleme niyetindeydim. Öylece baktım sokağa, gelip geçenlere, dükkân sahiplerine, liselilere, transseksüellere, polislere uzayıp giden, türlü sıfattaki insan sürüsüne. Sıkıntıdan bardağın buğusuna ismimi yazmaya çalışırken, bara yaşıtlarımdan bir çift girdi. Kız uzun-siyah saçlı, yeşil gözlü ve orta boyluydu. Oğlan temiz yüzlü, sarışındı. Oğlanın gözleri zaten umurumda değildi. Tipi de bir boka benzemiyordu. Benzese de, söylemezdim zaten. Fakat unutmadan eklemem gerek, eğer kızın saçları kızıl olsaydı, erkek için bu kadar bilgiyi de vermezdim, buraya da başka şeyler yazardım. Duvar dibine oturdular, hemen yanı başımdaydılar. Göz ucuyla kıza bakıyordum, oğlanı da göz hizamda tutuyordum ki ben göz ucuyla kıza bakarken, onun radarına yakalanmayayım diye. Kız cep telefonunda bir şeyleri karıştırırken, oğlan sigarasını ve cep telefonunu masanın üzerine bıraktı. Garson yanlarına yaklaşınca, oğlan kıza ne istediğini sordu, kız bira istedi, oğlan da ismini bilmediğim ama kanımca kokteyl olan bir içki söyledi. Dangalak herif, sırf ibneliğine, kimsenin bilmediği içkiyi istiyor. Kız akıllı tabi “çakarım biramı, yaparım muhabbetimi” derdinde. Fakat kızın yüzünde bir gerginlik var, dudaklarını kemiriyor. Oğlan kafasını kaldırmadan çakmağıyla oynuyor. Hava artık iyicene kararmıştı, ben bir bira daha söyledim kendime, bir de müziğin sesini biraz kısmalarını rica ettim, maksat yan masayı daha iyi duymak. Onlarında içkilerini getirdi garson. Oğlan içkiyi ne kadar sevdiğiyle söze başladı, kız gülümsedi. Niye gülüyorsun canım benim? Biliyorum sen de farkındasın, bu lavuk sana kur yapıyor ama sen akıllısın, bu dangalağı postalarsın.
Kız birasına uzandı; eller diyorum, ne kadar küçük ellerin var, ojeler de güzel olmuş, ufacık lan. Kendi ellerime baktım, avuç içi terli, tırnaklar yenmiş, parmaklar da kalem boyası, bok gibi lan. Oğlanda artık ilk dakikaların rahatlığı yoktu, o da gerilmeye başlamıştı. Belli ki önemli şeylerden bahsedecekti. Oğlum kabul etmeyecek lan, bu kız seninle çıkmaz, o dandik içkini al ve kalk masadan, kalk lan! Şarkı değişti, beth gibbons söylemeye başladı. Kız cep telefonunu tekrar aldı eline, şarkıdan mırıldanmaya başladı. Bu da bizim şarkımız olsun be, valla bak, hem evde albümleri de var, bize gidelim mi? Acaba diyorum, peçeteye “ seni seviyorum, hatalıysam ara: 0506 208216875 ” yazsam, olur mu? Oğlan derslerinden söz etmeye başladı, kız da bir şeyler söyledi, zor dedi, zaten derslere pek girmiyorum filan dedi. Saçların diyorum, kızıl diyorum, bak inan çok güzel olacaksın diyorum ki oğlan lafımı bölüyor, diyor ki; seninle uzun zamandır konuşmak istiyordum, biliyorsun. O zaman konuş hıyarto! götlek! Kız içkisinden bir yudum aldı, dudaklarına küçük bir gülümseme yerleştirdi, tatlı tatlı dinliyordu oğlanı. Çocuk konuşmaya devam ediyordu, bütün yük omuzlarından kalkmıştı ve olabildiğince akıcı bir şekilde iltifatlarını sıralıyordu. Anlatamadım galiba birader! Kız benim diyorum oğlum, niye ısrar ediyorsun, bir bira daha getirir misiniz? Kız ellerini masanın üzerine koydu, oğlan hala konuşuyordu, sıs lan! Oğlan sustu, kızın ellerinden tuttu. Kız gözlerini masaya dikti ve yanaklarının kırmızılığından bahsetti, ben de seni seviyorum dedi. Oğlan çok mutlu oldu, kıza bir bira, kendine de o dandik içkisinden söyledi. Ben hesabı istedim, evin yolunu tuttun. Yüzümü yıkadıktan sonra ilk işim çay koymak oldu.

26 Nisan 2009 Pazar

Bahar gelmiş neyime

Pazar günleri deliksiz uykumu bitirip, güzel-geniş-büyük kahvaltımı yaptıktan sonra yapmaktan en çok haz aldığım şeye sıra geliyor; gazeteleri karıştırmaya. Tabi bir yandan da bu huzurlu ortama uyum sağlayacak şarkı listesi hazırlama işi var. Neyse havanın güzel olması, odanın ışıkla dolması… Evin içinde şen kahkahalar, şakalaşmalar… Bir de camdan dışarı bakıp, bir sigara içimi. Velhasıl kelam, sayın izleyiciler -zemin futbol oynamaya müsait-.

Tüyden hafif olurum böyle sabahlar

Karşı damda bir güneş parçası,

İçimde kuş cıvıltıları, şarkılar;

Bağıra çağıra düşerim yollara;

Döner döner durur başım havalarda.

Eğer mevcutsa elimizdeki gazetenin arka sayfasında ki güzel kalçalı hatunun fotoğrafına bakarak, başlangıç vuruşunu yapıyoruz. Yine aynı sayfada, aslında pek iplemediğimiz bilimsel araştırmalara göz gezdirip, hemen diğer sayfaya atlıyoruz. Spor haberleri! Yüzde 99’u futbol içerikli olan sayfaları ilgi çeken bir şey var mı diye okumaya başlıyoruz. Her neyse, futbol haberlerini atlattık, ekonomi haberlerinden zaten bir bok anlamıyoruz, aradaki ölüm ilanları umurumuzda değil… Falan feşmekân, -bir Pazar sabahı gazete okumasını- böyle kolay bir şekilde harcayacak değiliz. Burçları, ilk hoşlandığımız kişinin burcunu okuyarak başlıyoruz ki ileriki günlerde bu hoşlandığımız cenifırın pardon kadının ne haltlar karıştırdığını öğrenmiş oluruz, beğenmezsek inanmayız ya da istersek elimize telefonu alıp, “ne ulan çevrendeki arkadaşlarınla çok vakit geçiriyorsun”, olmadı “ ileriki günlerde iş hayatında gelişme olacakmış, ulan o müdürü var ya” diye mesajlar da çekebiliriz. Burçları atlayıp, cinsel sorunlarımıza çözüm bulacağımız sayfaya geliyoruz. Aslında bana sorsalar bu sayfa gayet gereksiz, yargı bizim için daha uygun kararları pekâlâ veriyor. Örneğin; (http://www.milliyet.com.tr/Guncel/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&KategoriID=24&ArticleID=1084112&Date=17.04.2009&b=Dusunduren%20istifa )

Belki bu da olabilir; (http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=932970&Date=26.04.2009&CategoryID=77 )

Cinsel sorunlarımızı bir çırpıda çözdükten sonra sırada dünyadan haberlere bakıyoruz. Aslında bir Türk dünyaya bedel olduğu için çok uzaklara gitmenin gereği yok ama biz yine de cahil kalmayalım diye bakıyoruz haberlere. Misal veriyorum; (http://www.hurriyet.com.tr/dunya/11515884.asp?gid=229 )

The next point is, yurdum insanlarından haberler, genelde komik oluyorlar ama bu sefer hakikaten güldürmedi; (http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/11514177.asp?yazarid=12 )
Bir de şöyle bir haber mevcut; (http://www.bianet.org/bianet/bianet/devlet-kurt-cocuklarini-cezaeviyle-terbiye-ediyor )

Neyse, ben burada bitiriyorum, zahmet edip buraya kadar okuyanlarınız varsa, bir de şuna bir göz atsın; (http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalDetay&Date=&ArticleID=923417 )

Sanırım ki günler hep güzel gidecek;

Her sabah böyle bahar;

Ne iş güç gelir aklıma, ne yoksulluğum.

Derim ki: 'Sıkıntılar duradursun!'

Şairliğimle yetinir,

Avunurum.

12 Nisan 2009 Pazar

ağbime mektup iki

Canım Erdal,

Yine içiyorum, yine kafam güzel, biliyorsun. Hayat zaten güzel, bunu da biliyorsun. Zaman dediğin nedir ki Erdalcığım, çok merak ediyorsan saate bak! Nedir yani insanların zamanla alıp veremedikleri anlamıyorum, zaman akıp gidiyormuş, eee yani? Son sözler yeterince doğru söz söylememiş aptallar içindir, biliyorsun Erdalcığım.
Sayın Erdal, buradan sonrasını biraz kaba bir dil ile yazacağım için cümleye gayet saygılı bir biçimde giriyorum. Oğlum, anlamıyorum yahu, nedir bu kadın-erkek ilişkilerini çözümleme isteği, anlamıyorum. Kadınları zaten anlamıyorum ama aramızdaki ilişkiyi çözümlemeyi çalışanları hiç anlamıyorum. Neyse ben yine de kadınları anlamıyorum davasından devam edeyim. -Anlamaya çalışmıyorum ki len- diyorsan, inan sana arasına ayak başparmağımı soktuğum kalorifer peteğiyle vururum. Akıllanmazsan facebook sayfana çözdüğüm testlerin cevaplarını gönderirim, kafayı yersin.
Kadınların, ya evet biz biraz deliyiz demesini anlamıyorum, mesela. Yani, ben kadınlar çok değişik ya dediğim zaman, karşımdakinin hehehe evet biz biraz değişiğiz demesini anlamıyorum. Nedir yani bu şımarıklık, sanki bilmiyoruz. Hayır, ben zaten bunu sırf içki muhabbeti olsun diye söylüyorum, bu karşımdaki parmak arası terliksi varlık övgü olarak kabul ediyor. İltifat etmiyorum ki ben, dert yanıyorum, acımı paylaşıyorum, sonra vay efendim erkekler duygusuz. Issız adam diye triplere girmiyorlar mı, asıl benim canımı yakan budur, canım Erdal. Pikapla şarkı dinleyerek, sebzegillerle ( halamgiller ) konuşarak, vs, vs, vs… neden bahsettiğimi anlamışsındır, eminim. Kadınlar için ideal olabilir, elbette. Böyle erkek istiyorum, bununla hayatımı kuracağım, falan feşmekan. Ha hayranlık duyduğum bir şeyi var bu lavuğun, adam internette gayet rahat takılıyor, yani sanal dünyanın gereksinimlerini yapıyor. Ama ben üst geçitten full mixed mp3 album alıyorum diye, bana burun kıvıran kadının, rakı içerken mezeye abanan insandan, konser de kendimi kaptırmış anırırken arkamda benimle dalga geçen varlıktan, farkı yoktur.
Kadın konusunun biteceği yok ki, canım Erdal. Elbette benimde kendime has salaklıklarım mevcut. Mesela, bir ara -futbolu sevmiyorum- muhabbetiyle, tav edeyim dedim, olmadı. Halbuki sorsalar bana, hangi futbolcunun, hangi muhtarlıktan ikametgah il muhaberi aldığını…
Kendini kandırıyorsun Ahmetciğim, dediğini duyar gibiyim ama duymamazlıktan geliyorum. Aksi takdir de senin yaptıklarını da buraya yazmak mecburiyetinde kalırım, inan sokağa çıkamazsın, flash ana habere bile konuk olamazsın.
Yalnızlığımla ( kadınlar diyorduk? ) seni üzmek istemiyorum, inan bana. Alabildiğine erkek alan barlardan birinde oturup iddaa muhabbeti de yapmak istemiyorum, anla beni ne olur. Şimdi farid farjad dinliyorum ( bok varmış gibi ) ve bu yazdıklarımın hiç komik olmadığını düşünüyorum ( evet, aynen senin gibi canım okur ). Aklıma güzel bir şey gelirse yazarım, olmadı telefonla arar gece yarısı seni rahatsız ederim. Kendimi ifade edemiyor oluşum hep alkol yüzündendir, ama aynı zamanda yüzüme ifade verende alkoldür ( bu nasıl bir kelime oyunudur yareppim ). Sözlerime burada bir son verirken bu güzel gecenin sonuna bir şiir eklemeden olmaz tabi ki;

geçen aklımdaydı
en güzel sarhoşluklar
en güzel aşkların sonunda
başlar

gözlerim çok iyi görür
aklım değil
ben geçmişimde ki
herkesi sevmişim
sadece birini gömmüşüm
yanına evimi kurdum
pencereden bakarım
zaten ben hep sarhoşum

( vay anasını, alkol tüm kötülüklerin anasıdır derlerdi inanmazdım, bu şiir baya kötü oldu, dediğini duyar gibiyim, ama duymamazlıktan geliyorum, haberin olsun )

ağbime mektup

“ Şarkısı yarıda kaldı; aklıda karıda kaldı. Sebep olanların gözü kör olsun. “

Canım Erdal,

Sen bu satırları, bir elinde skol bira, bir elinde Winston sigarası ile okurken ben çoktan (ne yaptım ulan ben şimdi)

Her ne kadar alkollü olduğumu düşünsen de, valla bir tane içtim be ağbi. Biliyorum yalan söylediğim her halimden (ne gibi?) belli oluyor. Fakat yine de sen bu satırları okurken (amma uzattın ha).
Ankara’nın soğuk ve kasvetli havadan çıktığını ve dahası günlük-güneşlik, parmak arası terliklisi günlere girdiğini söyledim mi sana bilmiyorum ama burası güzel oldu be. Her hangi bir şehrin sevdalısı olmamakla beraber, İstanbul ayrı (anayı bacıyı karıştırma), Ankara’dan sanki zevk almaya başlamışım gibi bir şey var içimde. Bir şehirden zevk alınır mı ulan dediğini duyar gibiyim, sen demeden önce ben birkaç şey söyleyeyim. Bir kere burada arabalar için özel kaldırımlar tasarlamışlar, park sorunu yok. İkincisi, canım insanlar tasarruf yapsınlar, şişmanlamasınlar diye tüm dükkanlar saat 10 da kapanıyor. Fakat bunların dışında bir şey var ki benim çok ağırıma gidiyor; çöp tenekesi yok!

Biliyorum senin de canın sıkıldı şimdi bunu duyunca, ne yazık ki durum böyle Erdalcığım. Sırf insanlar çöp torbasıyla basketbol oynamasın diye, sırf insanlar iki tane çöp kutusundan futbol kalesi kurmasın diye çöp kutularını kaldırmışlar. Bomba filan diyorlar ama bunlar benim için sadece birer bahane. Bir kere bomba koyulmaz atılır ki lan (alçak düşman al sana bomba). Mayın diyeceksin biliyorum, o da döşenir lan derim, öyle mal mal ekrana bakakalırsın.

Bakmak demişken, hala daha giden geminin ardından bakakalır mısın Erdal? Ben kalırım bilirsin, en son bir İtalya feribotuna bakmıştım, gözlerim yaşlı, pasaportum yaban ellerde. Şimdi düşününce aslında iyi oldu (sıs lan!), belki Afrikalı veya Asyalı bir adama hayat vermiş oldum, belki şimdi o adam gidecek güzelim, cillop gibi hatunlarla yatacak, sonra süper bi kızı olacak, o kızı sonra dünyaca ünlü bir türküyü – mesela can’t touch this- söyleyecek, biz de yıllar sonra onu dinleyip dans edeceğiz. Biliyorum sen bu satırları okurken, gözlerin yaşlı ah canım kardeşim benimL demeyeceksin ama mesela bu adi herif bilkentten ne hatunlarla tanışıyordur diyebilirsin, sonuçta kolumda dövmem var, sigara da içiyorum, içki de, şiir bile okuyorum. Yani bazen Mustafa Sandal, bazen de Zülfü Livaneli’ye benziyorum, hatta bazen işi abartıp Murat Boz bile olabiliyorum. Ama bilmiyorsun ki içimde ki Hakan Peker aşkı bambaşka olduğu için olmadık yerde saçma sapan figürlerle dans ediyorum, herkes benden kaçıyor. Burada insanlar salsayla, Arjantin tangoyla kadınları etkiliyorlar, halbuki bilmezler ki omuz-kol hareketleri ile çok seksi bir görünüşe sahip olabiliriz (haydi erkekler).

Hatırlar mısın, küçüktük ufacıktık mahallede ki toprak sahada maç yapıyorduk. Takımları kızlara-erkekler diye kuruyorduk. Şimdi hatırladın di mi? hatta ufaktan dudağının kenarına bir gülücük yerleşti di mi? Oğlum çok ibnesiniz lan, yaşı küçük diye her seferinde ismi Ahmet olan birisi kızlar takımına verilir mi lan! Evet sayın izleyiciler kadroları veriyorum; Ayşe, Fatma, Serpil, Ahmet! Böyle takım mı olur ulan! Tabi katkılarını yadsıyamam, daha yaşım küçükken, nasıl centilmen olunur öğrendim, mesela bayırdan aşağı jandarmaya giden topların hepsini topladım, siz tabi arkamdan güldünüz, eheheh eşek oğlan yine topu almaya gidiyor dediniz, ne oldu, odun gibi kaldınız di mi! Bir şey daha var şimdi aklıma geldi yine, bir kere maç yapıyorduk bana biri vurmuştu, sonra ben çok acıııyooooeeee diye ağlıyordum, yerde yatmış kıvranıyordum, sağlık ekibi olarak bir arkadaşımızın “kalk lan kalk bir bokun yok” demesini bekliyordum. Ama cidden acıyordu ulan, saha kenarına çıktım, ince bacaklarımı ellerimle sıkıyordum, ağlıyordum. O acıyla bana tekme atan herifin sülale boylarını poke etmeye başlamıştım, sen bunu duyunca, yürü lan eve diye bağırmıştın, ben de gitmiyom lan diye otoriteye diklenmiştim, sen arkamdan taş atmıştın, bende eve gidip anneme şikayet etmiştim seni (iyi ki ordu var lan), annem de sana kızmıştı J Bir kere de ilkokuldayken, öğretmen ödev vermişti haftanın günleri yazılacak diye, dışarıda kar yağıyordu, elektrikler yoktu, sobanın yanı başında aile saadeti kurmuştuk, ben ödevimi yapacaktım. Kafamı kaldırıp sana “haftanın günleri ne lan” diye sormuştum, babama bir anda elektrik gelmişti, kıpkırmızı olmuştu, gelip yanıma oturmuştu “ sakın söyleme Erdal” demişti. Sende “tamam baba” demiştin adi kardeş olarak. Babam “haftanın günlerini bilmiyor musun” dediğinde, dünyam başıma yıkılmıştı, “bilmiyorum baba” dedim, annem mutfağa giderken, babam yine tekrarladı soruyu, bu sefer ben daha ağlak halde aynı cevabı vermiştim. Babam da cebinden daha o gün aldığı maaşını çıkarıp masaya koymuştu, “ yaz şunları, al bütün para senin olsun” demişti, sinirli biçimde. İtiraf etmem gerekir ki o an hakikatten parayı nasıl almam gerek lan diye düşünmüştüm, sen yardım etmedin, ben de yazamadım tabi ki, parayı da alamadım, şimdi neden rakı yerine bira içiyoruz anlıyorsun di mi? O gün yardım edecektin oğlum, sıçtın batırdın lan!