9 Mart 2010 Salı
türkiye'de futbol
ezbere konuşmak malumunuz siyasette de, aşkta da, futbolda da mevcut. şu sıralar sıkça dile getirilen birşey var, türkiye'de zaten ne olursa olsun, ister kıyamet kopsun, ister kıymetli bir bizans hazinesi bulunsun "HEP ÜÇ BÜYÜKLERDEN BİRİ ŞAMPİYON OLUYOR". aslında bugün bunu rıdvan dilmen tekrar dile getirince birşeyler yazmak istedim. çünkü rıdvan dilmen bu cümleyi kurmadan önce 8 mart 2010 eskişehirspor galatasaray maçında emre çolak'ın oyuna neden alındığını sorguluyordu. söyledikleri, "emre neden oyuna girdi ki?" "tamam genç çocuk ama yetersiz", "maçı emre mi çevirecek?" tarzındaydı. işte tam bu nokta da rıdvan dilmen söyledikleriyle çelişkiye düşüyor. ve hatta bu mantık, sadece bu değil tabi ki, yüzünden türkiye'de futbol gelişemiyor.
nedir, yüzeysel olarak bakalım olaya, e zaten üç büyüklerden biri şampiyon oluyor, dandik bir yabancı futbolcu ya da avrupa'da gözden düşmüş, para için türkiye'ye gelmiş bir oyuncu, kendini kanıtlamaya çalışan bir anadolu evladı ya da egosu tavan yapmış popüler bir yerli oyuncu aslında pek fark etmiyor. yani nasıl bir oyuncuya, nasıl bir mantaliteye sahip olursan ol muhakkak sonuca, kupaya ulaşıyorsun. peki ne yapmalı?
işte bu aşamada frank rijkaard gibi teknik adamlara ihtiyaç duyuyoruz. galatasaray'ın ya da fenerbahçe'nin ya da beşiktaş'ın başarılı olabilmesi için kendi oyuncularını yetiştirmesi, onlara imkan sağlaması gerekiyor. madem ki üç büyükler ile diğer kulüpler arasında dağlar kadar fark var. madem ki onlar ne yaparlarsa yapsınlar, bir şekilde şampiyon oluyorlar. o zaman genç oyuncuları da yetiştirmeleri, buna öncülük etmeleri şarttır. kaldı ki aslında diğer kulüplerin, yani daha aşağıda, daha altlardaki kulüplerin emre çolak veya türevlerini oyuna sokması garip gelebilir. çünkü onlar tek maç veya günlük, kısa vadeli çözümlere ihtiyaç duyarlar sezon içerisinde. e sen zaten çok büyük ihtimalle sezon sonu şampiyon bir takım olacaksın, hala daha maç içerisinde bıkkın, isteksiz bir oyuncudan medet umuyorsan, büyük bir yanlışın içerisindesin demektir.
ek olarak, trabzonspor için birşeyler yazmak istiyorum. şenol güneş açıklamalarında bütün karadeniz bölgesini ele alacaklarını ve alışık olunduğu tarzda karadeniz bölgesinden genç oyuncular çıkaracaklarını söylüyor. umarım gerçekleşir. umarım tekrar şampiyon oluruz.
en azından benim hala umudum var. senin yok mu?
4 Mart 2010 Perşembe
1 Mart 2010 Pazartesi
stres topu
Kavuşacağımız için çok heyecanlıydım. Hayatım boyunca en fazla onu istemiştim. Küçükken insanların elinde görürdüm, çok kıskanırdım. Çok güzeldi, çok masumdu. Hep bir tane stres topuna sahip olmayı düşlemiştim. En sonunda nasıl olduğunu bilmiyorum ama evimize bi tane sarışın stres topu girdi. Tabi eve ilk girdiğinde biz bunu tanıyamadık. Futbol topu sandık hunharca tekmeledik ama hiç sesini çıkarmadı zavallım. Belki yüreği parçalanmıştır, belki kalbi ezilmiştir, anlayamadık. Ne rengi soldu ne de parça pincik oldu, dayandı garibim.
Onunla mutlu mesut yaşıyordum. Stres topumu cebimden, çantamdan hiç ayırmıyordum. Stres topu nereye ben oraya. Nerede kale oraya şut hesabı düzeyli bir ilişkimiz vardı. Zaman geçtikçe iyice alıştım ben bu topa. Yatıyorum elimde stres topu, yemek yiyorum elimde stres topu, afedersiniz sıçıyorum elimde stres topu. Topsuz bir hayat düşünemiyordum. Sevgilim bu durumdan iyice kıllanmıştı. nasıl kıllanmasın ki! bir elimde sevgilimin eli, diğer elimde stres topu taşıyordum. Zamanla sevgilimi kıskanmamaya, onunla ilgilenmemeye başladım. Çünkü stres topum vardı, hiç bir şeyi umursamıyordum. Mutluydum, huzur doluydum. Tabi bu duruma daha fazla dayanamayan sevgilim beni terk etti. Ama olsun, ne de olsa stres topum vardı.
Aradan uzunca bir zaman geçtikten sonra farkettim ki stres topu beni kendisine bağlamıştı. Derslerime çalışamıyordum, geceleri uyuyamıyordum. Arkadaşlarım artık gitgide benden nefret etmeye başladılar. "ahmet kendini iyice kaptırdı ha" , "ahmet çok iyi bi çocuktu, neden böyle oldu anlayamadık" , "in ahmet we trust" diye söylenmeye başladılar. önceleri onlara çok kızıyordum, sonuçta bu benim hayatım, Ben stres topumla çok mutluydum. Fakat aynaya baktığımda durum hiç öyle düşündüğüm gibi değildi. Göz altlarım morarmış, dişlerim sararmış, saçlarım iyice dökülmüştü. Kendimi kaybetmiştim. Adeta bir uyuşturucu bağımlısı gibiydim.
Ondan kurtulmak için çok uğraştım. Ona dokunmamak için tespihe başladım, olmadı. Tırnaklarımı yedim, olmadı. Alkole başladım, o da olmadı. Ne yapsam ne etsem, olmuyordu. Stres topu diye evime soktuğum, koynumda beslediğim nesne, beni kendisine bağlamıştı. Ondan uzak kalmak beni geriyordu. Stres topum olmadığı için çok mutsuzdum. Acılarıma daha fazla dayanamayan Mustafa, eve sarhoş geldiği bir gece " ehh sıçarım topuna da stresine de lan" diyerek stres topunu alıp pencereden fırlattı. Çok ağladım. Sonra Mustafa " ne ağlıyorsun lan, ne ağlıyorsun" diyerek bana bağırdı. Odama girip, yorganın altına girdim. Mustafa gelip kapıyı tekmeleye başladı. " yeter lan bana çektirdiklerin yeter" diye bağırdı. Alt katta kavga olduğunu duyan Fulden gelip Mustafa'yı sakinleştirdi.
Sonra ben Erdal'ı aradım, biz bi güldük, bi güldük...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)