15 Aralık 2010 Çarşamba

turgut uyar




Göğe Bakma Durağı

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım

7 Aralık 2010 Salı

İki Alarma Uyanmayan Adam



Ankara'da soğuk bir gece yarısı, hem de çok soğuk. Etrafta polislerden başka kimse yok. Yalnızca ben ve polisler, bir de polisin kırmızı mavi lambası.

Kaldırımın yola yakın kısmından yürüyorum, diğer taraf duvarlara tutunarak yürüyen sarhoşlara ait. Bir kalabalık gözüme çarpıyor. Tek sıra dizilmişler. Üzerlerinde atkılar, bereler ve kalın arsene wenger montları. D&R'ın kapısından başlayarak caddeye doğru uzanıyor güruh. "Ulan bu soğukta, hem de gece yarısı imza günü düzenlemek hangi mazoşist yazarın fikri?" diyorum.

Yönümü onlara çeviriyorum. Yaklaşıyorum, yaklaşıyorum, yaklaşıyorum. Yaklaştıkça insanların gözlerindeki morlukları farkediyorum. Dişleri sararmış, saçları dökülmüş, kilolu insanlar görüyorum. Bir zombi filminde gibiyim. Hemen elimi silahımın kabzasına atıyorum ve birini yakaladığım gibi duvara yapıştırıyorum. Kimse tepki vermiyor, sıra düzenleniyor ve herşey aynen devam! "Ne yapıyorsunuz lan siz gece vakti burada?" diyorum. "wooww ağbii" diyor tip. "wow ne lan it!" diyorum, herkes gülüyor. Herkes gülüyor ve ben korkuyorum, koşuyorum, kaçıyorum hem de götüme vura vura. Bir solukta yatağıma atlıyorum. "Nerdeyiz lan biz!" diyorum. Neresi burası? Hani saat 9'dan sonra kimse sokakta olmazdı. Hani pijamalarımızı giyecektik güneş batınca. Kim bu insanlar? Ne istiyorlar Ankara'dan. Yoksa güzide kentimizin düzenini bozmaya gelen, kendini bilmez İstanbul, İzmir çakalları mı?

Hemen internete girip, arkadaşlara "çok acil lan" isimli bir eylem planı gönderdim. İlk aşama olarak facebook isimli internet sitesindeki profillerimizi, modern mimarinin oryantalizm ile harmanlanmış yapıtı olan "Atakule"nin fotoğraflarıyla donattık.
İkinci olarak sadece silah kabzası taşımamamız, artık silahın diğer parçalarını da almamız gerektiğine oy birliğiyle karar verdik.
Üçüncü olarak, bundan sonra hepimiz birimiz, birimiz biramız.

Eylem planını gönderdikten sonra internette ufak çaplı bir araştırma yaptım. Google isimli internet sitesine "vov" yazdım. Google isimli internet sitesi küstahlaşarak, "wow" demek isteyip istemediğimi sordu. Bende kendi kendime, aslında mantıklı lan, ben oraya türkçe "vov" yazdım, sonuçta adamlar kendi aralarında ingilizce konuşuyorlar, o zaman oraya "wow" yazmak gerekir, dedim.

İşbu yazar hikayenin sonunu getiremedi. Çok soğuk bir Ankara gecesinde, kuyrukta oyunlarının çıkmasını bekleyen insanların azmi karşısında şaşkına dönmemek elde değil. Ben de döndüm haliyle.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Tıpkı unutulmuş bir yeşilçam artizi gibiydim

İşin ehli olmuştum. Usta olmuştum. Üstad olmuştum. Ankara ve civarında namım almış başını maratona katılıyordu.

Afiş asma konusunda çok ilerlemiştim. Dudağımın sol kenarı jilet gibi olmuştu. Dakikada 7 tane orta boy afiş yapıştırabiliyordum. Kral olmuştum. Altın ayakkabı giymiştim. Heykelim dikilmişti.

Akşama doğru şovuma başladım. Yoğun alkış yağmuru altında, alçak duvarlara afiş asıyordum. Noel baba gibiydim, zamanında gelmiş bir heyecandım. Halk kahramanıydım, bir gecede hükümeti düşürebilir, bir sabah peygamber olarak uyanabilirdim.

Sokağın ortasındayım, altıncı apartmanı karşıma aldım. Bir boğa gibiyim. Karşımda, duvarları yeni boyanmış bir apartman duruyordu. Bir matador! Kırmızı. Yeni boyanmış, el değmemiş, sıfır kilometre araba, sicili temiz bir ergen, niyetsiz bir falcı, kıymetsiz bir maden, kirlenmemiş bir körfez. İşte benim altın vuruşum.

Yüksek doz tükürük salgılıyordum. Apartmana doğu yürümeye başladım. İlk atışımı gerçekleştirdim. Çemberin içinden ağları yakarak sayı oldu. Müthiş bir haz. Ulaşılması imkansız bir zirve. Eğer bugün saçlarım çıkmazsa, inşallah bioxin havuzunda boğulurum!

Üst kata çıktım; türkü bar. Afiş asmak için en uygun mekan. Tek yapmanız gereken, içeri girdiğinizde elinizi kalbinizin üstüne götürüp, “merhaba kardaş” demek. Karşılık bulduğunuzda Pir Sultan Abdal'ın devasa posterinin altını donatabilirsiniz. Ayrıca, sınırsız çay ve sigara. Alkol yasak! Eğer bedava bira içmek istiyorsanız rock barlara gitmelisiniz. Bir türkü barda bedava bira içmek ancak devrimle mümkün olur.

İkinci kat, sanat galerisi, duvarlar her daim pür-i pak. Sadece bir afiş asmanıza izin verirler, o bir tane afişi de yirmişer kişilik gruplar halinde inceledikten sonra astırırlar. En güzel tarafı da kel ve kocaman beyaz sakallı adamların yanındaki çıtır kızlar. Eğer beleş kahve içmek isterseniz, elinizdeki bantı göstererek “meme uçlarınızı sansürlemeye geldim” demeniz yeterli. Müstehzi bir yüz ifadesi, derdim yoktur hanginizi öpeyim?

Ve üçüncü kat. Sıcak çatışma! Pop konseptli bir pavyon. Loş kırmızı ışık, dumanlı gözler. Artiz tıraşı olmuş Gregor Samsa, makinalara isyan eden ipek böceği, kanatları façalı kelebek...

Kapısında durdum, içerisi boş muydu? - zalimin zulmü varsa sevenin allahı VAR!- Ses tellerine yeni zift dökülmüş bir erkek sesi. İçeri girdim. Dört yaşlı kadın alkışı. Bileziklerin namesi ve karşınızda; Aydemir Akbaş.

İçeri girmemle şarkının bitmesi bir oldu. Önce anlamsız bakışlar, terli başıma doğru. Afiş asacaktım. Ne afişi? Konser afişi. Ne konseri? Caz konseri. Nerede? -”ha”sını uzatarak- Hacettepe.

-As bakalım!

Aydemir Akbaş beni dikkatle izliyordu. Çılgın Metin'den sonra yaklaştığım ikinci artiz. Bitmek bilmez uzatma dakikaları. Önünde birası ve çerezi. Ağzının çevresinde kocaman top sakal. Bembeyaz. Çok yaşlı. Fitili yanmış, kokan bir sigara izmariti.

-Ne afişi o delikanlı? Diye bağırdı.
-Konser varmış, dedi yaşlı bilezikler.
-Getir bakayım buraya genç!




Yanına gittim. Eğer bir aşk mektubu olsaydım, çoktan sararmıştım. Eğer bir gül olsaydım, çoktan solmuştum.

-Kaç para alıyorsun bu işten?
-500-600
-İyi para.
-Evet.

Parmakları yüzükle doluydu. Parmaklarına gülümsüyordum. Parmakları çok yaşlıydı. Ilk defa bir erotik sinemacının parmaklarını görüyordum.

Takılmıştım, ayrılamıyordum yanından. Daha fazla durmamam gerekiyordu. O bunu farketti. Kafasını çevirdi ve;

-güzel birşeyler çal be!

Dedi. Bende o güzel şeyin başlamasını bekledim. Hiç gereği yokken bekliyordum. Niteliksiz bir saç boyasıydım. Ürperten bir uyarı sesiydim. Korsan filmdim.

Bana baktı. Sonra şarkıya eşlik etti.

-oyy asiyee asiyeee

Asiye annemin adı efendim, demek istedim. Bir erotik sinema emekçisinin annemin ismini bilmesine gerek yoktu. Demedim. İnsan her zaman aklına ilk gelen şeyi söylememeli, bazen karşısındakiyle kaç defa karşılaştığını da düşünmeli.

Uzatmanın gereği yok. Dışarı çıktım. Galip takımın otobüsüne biner gibi bindim, egomu bastım. Oturdum, egoma baktım. Ulan yine öğrenci demeyi unuttum tam almışım, diye söylendim. Bende aynı hatayı hep yapıyorum, dedi bir ses. Döndüm, yanımda çok güzel bir kız. Evet, evet dedim, sallamadım. Başımı cama yasladım. Tıpkı unutulmuş bir yeşilçam artizi gibiydim.

21 Eylül 2010 Salı

-libertarias-



otuz yaşında aç bir kadın
kontrol ve otorite kurma çabası
dedikodu yapmak, kapı sesi dinlemekle başlar
bir faşist sevişerek iktidar olabilir mi?

yüzünde kan lekesi, saçları partizan
gözleri yeşil, kalbi imtihan
ispanya iç savaşı
burası, barselona
rahibeler de tecavüze uğrar
bir faşist haç işaretiyle iktidar olur mu?

sevse namerdi,
baskılarımız tek renk!
al renk üzerine sigara yanığı
ve değişmesi teklif dahi edilemez!
gözüne kum kaçmıştır,
düello haftasonuna denk gelmiştir.

telsiz cebinde ama çok uzak
gönülsüz ama yorganı çekiştiriyor
ben bazen iki bin bilmem kaç
yanımdaki kadın bin dokuz yüz otuz altı

ellerini tuttum, dudaklarını öptüm
spartaküs, hollywood;
keşke benim kalsaydın
no pasaran ulan!

15 Eylül 2010 Çarşamba

yatırla sevgili



Sonbaharın başlandıcıdır, Eylül'ü severim. Kimse yalan söylemesin, insanlar niye duygusallaşıyor, romantik poz kesme lan diye. Seviyoruz oğlum işte, evine kapanırsın, battaniyeni sırtlanırsın, patiklerini giyersin(hastasıyım patiklerin), kendi çapında, evde takılırsın. Mevsimin doğası böyledir. Pencereden bakınca gökyüzü gridir, hava rüzgarlıdır, yapraklar yerdedir. Eh ne yapabilirsin, ne düşünebilirsin ki böyle bir manzara karşısında?


Çok klişe oldu diye, ağız burun yapma, dalarım! Zaten benim meselem başka usta. Geçen Erdal'la (hani sürekli güldüğüm adam) yaptım bu muhabbeti. Dedim ulan bunu yazayım da insanlığa faydam dokunsun. Faydası nerede dersen? Bütün vitamini kabuğunda. Oku sen, oku.


Neyse üniversiteye yeni başlamışım, şebek gibi etrafta dolanıyorum. Bilen bilir zaten, üniversitenin ilk senesi hep aynı şeyler yaşanır. İlk tanışılan insanla kanka olunur, varoş bağlılığı olan, şehir dışından gelenler(ben) türkü bara gider, seksen milyon telefon numarası, yüz yirmi iki milyon tane mail adresi alınır, bütün kafelere, sinemalara, barlara gidilmeye çalışılır, sürekli aileyle konuşulur, vs.. Tabi ki bende yaptım bunları. Bir şey daha yaptım, işte onu anlatıcam.


Bir kız sevdim. -ya ne sandın ortaam- Dedim ki üzerinden baya bi zaman geçti, madem aklıma geldi yazayım. Hem uzun zaman oldu içip içip birilerine "ağbi seviyodum ben yeaa" diye konuşmayalı. Bunu da hepimiz yapmışızdır. Benim hikaye çok farklı değil zaten. Neyse, tanışma faslını geçiyorum, aynı sınıftaydık filan, konuşma, buluşma derken, başladık hikayeye.


Aydınlıkevler'de oturuyor -orası da ne ters bir yer be-. Git gel zor oluyor, hem bu kulunuz biraz hayvan. Yani dedim ki ulan ben niye yüz tane erkeğin arasında(yurt) durayım gül gibi sevgilim varken. Aslında sevgilim gül gibi değildi, yani ben onu güle benzetmezdim. O benim gözümde bir penelope, bir votka fındık, bir dünya kupası kadar değerliydi. Tabi o bunları bilmiyor, sadece penelope'yi biliyor. O da penelope'nin filminde iç çekince -ne var lan!- anlaşıldı.


Sonuçta yurt odası, sevgilim bana atarlanıyor -baya atarlı bir sevgiliydi-, yandan arkadaş gülüyor filan. Hele bi de kıskançlık krizleri -oyyy ölüm ölüm-, gece yarısı acıkmışım, dışarı çıkıcam, bunu uyutana kadar bekliyorum, telefonda konuşuyorum uyusun diye. Ulan nasıl bir iradeymiş bendeki, nasıl dayanıyordum o zamanlar. Hiç unutmam, dersler aynı olduğu için, beni o uyandırıyordu -benim uykum ağırdır-, beş dakika geç uyandım diye bi azar yemiştim, anam babam bana öyle kızmadı valla. Tabi böyle anlatınca "çok kötüymüş yeeaa" oluyor, ama o zamanlar öyle değildi. O zamanlar bende bi ruh vardı, bir kızılderilinin ormana sevgisi gibi, bir şairin sarhoşluğu gibi, bir çocuğun bisiklet aşkı gibi -hehe klişenin dibi-.


Azmanız ya. İlla yakınında olmam gerek. İki dakika ayrı durmayayım diyorum, toyluğa bak. Bende gittim oraya, ev tutmaya. Kafaya taktım bi kere, illa tutucam evi. Neyse, gittim aradım taradım, buldum bi ev. İki artı bir, giriş katı, doğalgaz sobalı bi ev.
Tabi bu saydığım özellikler, benim gibi hayvan herifler için ideal. Gözü karartmışım ulan, tutucam o evi. Tuttum, tuttuktan sonra evin özellikleri bi değişim göstermeye başladı. Bir kere tuvalet alaturka anasını satayım. Bak öküze bak, ulan hayatın boyunca kaç defa alaturka tuvalete gittin. Nasıl bir tutkuysa benim ki, yaparım yeaaa, ne olcak olm tuvalet işte, diye geçiştirdim olayı. Olmadı tabi, tuvalet ihtiyacımı hafta içi okulda, hafta sonu alışveriş merkezlerinde - ehehe- giderdim. Sonra bir de doğalgaz sobası, ulan sobalı evde büyüdüm eyvallah da, ulan bu ne halta yarıyor ki! Hayır teknolojik bir şeymiş gibi sürmüşler piyasaya. Soba ama doğalgazlı! Hiç bir halta yaradığı yok. Anca kendi etrafını ısıtıyor. Ama inadım inat aga, bu ev benim ve sevgilimin, hayatta terketmem!





... devamını yarın yazarım

28 Ağustos 2010 Cumartesi



Soyun dedi, soyundum. Uzan dedi, uzandım. O anda bir doktor ile bir pornocu arasındaki ilişkiyi düşündüm. Güldüm. Şimdi kalk dedi, kalktım. Aç ağzını dedi... bir doktor ile bir pornocu arasındaki ilişkiyi tekrar düşündüm. Sonra iyice ağzımı açtım. Gülecektim, gülemedim.


Bazen insan sıkıntıdan ne yapacağını bilemez, saçmalar ya hani. İşte ben o durumda değilim. Aklı başındayım. Dumanı üstündeyim. Tadı damağımdayım. Yazın böyle oluyor işte. Yapacak bir şey yok. Paso ense. Paso internet, televizyon, vs. O anda, aslında tam olarak şu an, bir duracell pili ile bir ben arasındaki farkı düşünüyorum. Duracell piline yatırım yapmayı daha mantıklı buluyorum. Enerji lan bu bi kere. Şu sıcakta bana yatırım yapsan ne olacak. Bi kere ben yatarım. Yani yatırım yapsan da yatarım. Bu dünyaya yatmaya gelmedik mi zaten. Doğuyorsun kundakta yat, ölüyorsun mezarlıkta yat, karıyı buldun yat, yalnız kaldın çekyat, hep yat. Yatır.


Magazin bitti mi? Sabah akşam televizyon izliyorum, magazin programı yok. Bana sorarsan bu tip programların tam zamanı, sonuçta tatile gidememiş, evde kuru kayısı gibi kalmış insanlar var. Mesela benim böyle bir arkadaşım var, ağbi dedi feysbuktan cıbırların fotolarına bak bak nereye kadar, insan yeni şeyler arıyor. Hemen hak verdim. Tabi ben hemen hak verince ne oldu? Onun hakkı baya bi arttı. Sonra ben gittim bi jeton daha aldım. Benim de hakkım oldu. Hatta ben jetonu delikten atarken, bi yandan da bütün tuşlara basıp, kredi kredi kredi kredi diye bağırdım. İşe yaramadı. Olsun. Küçükken yaradığına dair rivayetler duymuştum. Hala daha inancım var.


Bir de şey var, geçen geldi aklıma, feysbukun ilişki kısmını geliştirsinler. Yaz aşkı (summer love) kısmı koysunlar. Hatta sırf ibneliğine ( just for homosexsuellik) kısmı da koysunlar. Hani kıskandırmak için filan. Yapılır yani. Orayı işaretleyince böyle özellikle kıskandırmak istediğin insanları da işaretlersin, ne zaman sayfayı açsa ilişki durumunu görür filan. Evet benim kafa sıcaktan yumoşa bağlamış.



Aslında sorun sadece sıcak değil, ya da can sıkıntısı. Sorun benim bademciklerim. Hatta sorun bademciklerimin evrimi. Evet evet, bademciklerimin evrimi. Sanırım 20lik bademciklerim çıkıyor. Yaklaşık olarak 10 gündür de çıkmaya devam ediyorlar. Yoksa bu kadar ağrı olamaz. Başka bir açıklama bulamıyorum. Pastil kadar güzel bir şey de yok. Pastil orucu bozar mı?


Diyeceğim o ki, bugün muhtarlığa gidecektim unuttum. Yapacak hiç birşeyi olmamasına rağmen insan niye yapacağı tek şeyi unutur ki. Olsun, yarın giderim muhtarlığa. Muhtar olmakta ne acaip karizma di mi? Bir de ihtiyar heyeti var, o da fena. İhtiyar heyetinin bir üyesiyim. İhtiyar heyetine taze kan! Hehe.

O anda bir ihtiyar heyeti ile bir po... öf. Konusunu bile açmıyorum. Siz de açmayın. Yoksa dedeler...

18 Temmuz 2010 Pazar



Merhaba, ben Nazif Atak. 32 yaşında, çakı gibi adamım. Bu ilanı kaleme almamın sebebi bu hayattan çok sıkılmam değil. Inanın ki sadece, bıkkınlık. Bıkkınlığımın sebebi ise “ileride alışamamak”. Hayatım boyunca karşıma çıkan her engelde birilerinin yanıma gelip “ ileride alışırsın” demesi. Ve sonuç, benim alışamamam. Kusura bakmayın, biraz hızlı giriş bir yaptım konuya. Öncelikle zat-ı şahanelerine kendimden bahsedeyim.


“How are you?”


İyi bir insanım. Yani Nazif Atak iyi bir insandır. Yalnızca özünde değil her katmanında iyi bir insandır. Çevremdekiler böyle tanımlar beni. Aslında sadece “özünde iyi bir insan” olmak yeterdi bana. Birinin ense köküne tokadı basıp kaçmayı, sigarasını bitirmeyi, sucuklu yumurtasının sadece sucuklarını yemeyi, terliğinin tekini kaybetmeyi, parfümünü bocalamayı, egoist forvet olmayı, çakmağını hacılamayı... Yani bütün bunları yapmayı fakat yine de özünde iyi bir insan olmayı istemişimdir. Anladım ki özüm hakkında kimse bir bilgi sahibi değil ve anladım ki ben onların gözünde boş beleş bir insanım. Üzgünüm, yine konuyu dağıttım.


32 yaşında olduğumu söylemiştim, bu yaşıma kadar sayısız kadınla beraber oldum. Eğer yine de benden net bir rakam istiyorsanız, altı adet sevgili ve bir adet “evcilleşemediğim” nişanlıya sahip oldum. Tek gecelik ilişkiler ve çirkin kadınları bu istatistiğin dışında tutuyorum. Çünkü şahsi fikrimce, çirkin bir kadın sevgilim olana dek güzeldir. Eğer çirkin bir kadının sevgilim olmak istediğini hissedersem hemen o ortamdan kaçarım. Kadınları güzel ve çirkin diye ayırmıyorum elbette, sadece kendime ait olanları ayırıyorum. Ne kadar bana aittiler, onu da bilmiyorum. Gerçi, bu ilanı verdiğime göre artık bir ayrım yapmaya da gerek kalmadı.


Bir fotoğrafçı dükkanında çalışıyorum. Sanatçıyım, anlayacağınız. Yani, en azından insanlara kendimi böyle tanıtıyorum. Takdir edersiniz ki düğün fotoğrafçılığı pek cazip gözükmüyor insanlara. Aslını isterseniz, ben de pek haz almıyorum mesleğimden. Insanın sevmediği bir mesleği yapması da çok acılı oluyor. Ama ne yaparsınız, ekmek parası. Hepiniz gibi benim de hobilerim var, mesela şiir yazarım. Neredeyse her ay posta gazetesinde bir şiirim yayınlanır. Arkadaşlarımla eğlenmeyi çok severim, her hafta halı saha maçı yaparız, ben genelde sağ açık oynarım. En yakın arkadaşım, kan kardeşim Ali Rıza'dır. O geçen yaz evlendi, bir tane de çocuğu oldu. Artık eskisi gibi sık sık görüşemiyoruz.


Sevgili okur, daha fazla uzatmamın manası yok. Sonuçta eğer bu ilanı okuyorsan ve benimle anlaşabileceksen, hayatımın tamamını sana anlatabilirim. Söylediğim gibi “ileride alışamadım”. Beceremedim, olmadı. Bende kendimi satışa çıkarmaya karar verdim. Inanın kendime çok iyi baktım, tripodu taşımaktan çok sağlam kol ve omuz kası yaptım. Eğer isteklerimi sıralamam gerekirse;


-evden çıkmam ( bakkal hariç)

-çalışmam

-alışveriş yapmam

-ps3 ve oyunları

-her ay üç kasa bira ve 60 paket sigara

-her ay 5 kitap ve 20 film

-350 liralık sodexho ( kahvaltı hariç)

-temizliğe yardım edebilirim ( perde takmak ve ütü yapmak hariç)


Geri kalan isteklerimi yüz yüze konuşmayı tercih ederim. Zaten ilanı yayınlayan gazete kelime başı para alıyor. Şartları kabul ettiysen, ben her türlü varım. Yok eğer kabul etmediysen, ileride zaten alışırsın.

31 Mayıs 2010 Pazartesi



Yaptıklarımdan dolayı pişmanlık duymuyorum. Aslında o gece seni üzmek istememiştim. Zaten beni tanıyan biri, böyle birşeyi asla düşünmeyeceğimi de bilir. Tek isteğim sevgilim, seni memnun etmekti...


Bir Macar şairin söylediği gibi “tuşlar basmıyor mınakoyim ”. Ehöö, öhee ne yaptın kızım başına kadar doldurmuşsun! Ters ters bakıyordu, böyle zamanlarda sevgilimden çok korkuyordum. Iç şunu delirtme beni. Içtim tabi. Sevgilimden korkuyordum, çok ters bir hatundu. Yani şimdi burada onun için “hatun” dediğimi bilse var yaa beni acaip döver, yani dövmek derken, kadın dövmesi işte. Hani bele doğru. Tam böyle çatalın oraya. Off orada dövme olunca çok güzel oluyor di mi?


Neyse, biz öyle boş boş, malak gibi oturuyorduk. Bütün gün hiç birşey yapmamıştık, yani yapacak her hangi birşey yoktu. Böyle zamanlarda düşünüyorum da hani böyle erkekler ne pis yaratıklar filan diyorlar ya. Bence o kadarda kötü değil. O gün ev pis olsaydı, biz bu kadar sıkılmazdık. Sen evi temizlerdin, ben de kanepeye yatıp göbek deliğimdeki yünleri toplardım. Yani sorun bende değil, evde anlıyor musun? Evvelsi gün evi süpürmeseydik, kanepenin kenarına sıkıştırdığım çorapları, tıka basa küllükleri bulundukları yerlerden kaldırmasaydık, hiç bir sorun çıkmazdı ve ben bu lanet olası yazıyı yazmazdım anlıyor musun beni!


Kısacası, hiç bir bok yapmadık bütün gün, akşama doğru benim canımın sıkıldığını anlayan sevgilim, bira almaya gitti. Fırsat bu fırsat, ben dedim ki evi kirleteyim. Çok özür dilerim sevgilim ama yapacak başka birşey yoktu ve ben ilişkimizi kurtarmaya çalışıyordum. Evi bi güzel kirlettim. Dozer gibi sıçıp evi kokutmak mı dersin, atlete sümkürüp inatla giymeye devam etmek mi dersin, senin o göz kalemlerini alıp iddaa ekiyle uğraşma mı dersin. Ya aklına gelebilecek ne bok varsa yaptım.


Çok özür dilerim sevgilim, ben sadece ilişkimizi monotonluktan, sıkıcılıktan kurtarmaya çalışıyordum. Fakat nerden bilebilirdim senin arkadaşlarını çağırdığını, ya bi kere senin kaç tane kuzenin var bana bunu açıkla? Ne zaman ayrı takılsak, sen kuzenlerinle oluyorsun. Kuzenlerinin sayısını hatırlamıyorum kızım. Ya tamam aslında ikimizde onların kuzenlerin olmadığını biliyoruz. Kandırmayalım birbirimizi. Sonuçta benim de araba kazası geçirmiş baya bi arkadaşım var. zaten en son bizim murat deve tabanına çarpmış onun yanındayım dediğimde anlamıştın yalan söylediğimi.


Öyle yani, hikaye bu işte. kızma bana artık. Ben eğlenelim diye tataklarımdan yaban mersini yapmıştım, halbuki ne bileyim onun yenilebilir olduğunu. Ben hiç yaban mersini görmedim ki sevgilim.Yani bilseydim en azından kuzenin yemeden önce uyarırdım.


Ohoo, hikayeyi bi halta benzetemedim, neyse hadi kaçtım.




şarkının da gideri var di mi?

29 Nisan 2010 Perşembe

saçma ve barut meyhanesi



Elinden sigarasını düşürmezdi Mümtaz Amca, sandalyesini çekti ve üstüne çıktı. “Bana bakın güzel kardeşlerim” dedi. Bir anda bütün Karınca meyhanesi sakinleri dikkat kesildi. Yine rakıyı fazla kaçırmıştır, yine mezeyi bozuk bulmuştur. Asla memnun olmazdı Mümtaz Amca ama saygı görürdü etraftan. Dedesi cumhuriyet karşıtı, “zararlı cemiyet” diye bilinen bir örgütün kurucusuydu. Ancak Mümtaz Amca için bunun bir önemi yoktu, onun için hayat yosun tutmazdı. Sürekli okur, düşünür ve tartışırdı.

“ Önce Orhan Baba'dan birşeyler çalın” dedi. O konuşurken Orhan Gencebay çalsın isterdi. “Orhan Gencebay” derdi, “ benim için bitkisel hayatta yaşanan bir aşk gibi”. Biz anlamazdık, kimse anlamazdı Mümtaz Amca'yı ama güzel konuştuğundan emindik. Mümtaz Amca iki kere evlenmişti. İlk eşinden bir kızı vardı. İsmi “ Gönül”, şimdi 32 yaşında ve bir şirkette halkla ilişkiler müdüresi olarak çalışıyor. “ İlk eşimi çok severdim ama ikincisine aşıktım” derdi. Aşkla ilgili birşeyler söylediği zaman hepimiz dikkat kesilirdik. Aşk bizim için dört işlem kadar basit ve önemlidir, derdi.

“ Neden ölümden korkmuyoruz” diye başladı söze. “ Çünkü ölümü ayrılık gibi düşünüyoruz. Fakat yanılıyoruz. Ölüm ayrılık gibi değildir dostlarım. Sonsuz ayrılık derler ama o da çok şairane. Ölüm ayrılık değildir dostlarım. Ölüm ayrılığın bir formu da değildir. Ayrılık, kendi başına, bir biçimde üzerine yorum yapılacak bir durumdur. Anlamlandırılabilir ve hatta kendi payımıza bir sonuç dahi çıkarabiliriz. Ayrılmak veya birleşmek, başlamak ve bitirmek farketmez. Fakat ölüm anlamlandırılabilir bir durum değildir. Ölüm üzerine konuşacak birşeyimiz yoktur. Ölen ölmüştür. Katil doğa ise maktul üzerine yorum yapmanın gereği yok. Ne yapacağız tutup ağaçlar veya dalgalar için hapishaneler mi üreteceğiz? Ölüm için kederlenmek bizim doğamazda var dostlarım”. “Neden ayrıldık ki? Deriz”. “Neden öldü ki? Değil”.

“ Yanılıyorsunuz Mümtaz Amca!”. Birden çıkmıştı ağzından Cihan'ın. “ Bir şeyin bitmesi için illa ki “the end” yazısı gerekmez. Bir maç bittiğinde yapılan yorumlar gibidir, daha aklı başında, fanatizmden uzak. Sadece burası için değil, insanlık için ve insan yüce bir varlıktır. Varoluşumuz bundandır. Bu yüzden daha fazla saçmalamayın ve sandalyenize oturun!”

Korkmuştuk, sinmiştik. Daha kötüsü de hiç birşey anlamamıştık. Mümtaz Amca oturacağı sırada ceketinin cebine soktu elini ve silahını çıkardı. “ Ben ayrılıkları da insanlar kadar seviyorum” diye bağırdı. Peşi sıra üç patlama sesi... Cihan kanlar içinde kafasını tarator tabağına soktu. Bir süre sonra nefes almadığı anlaşıldı. Ya taratoru beğenmemişti ya da ölmüştü. Kim bilir.

28 Nisan 2010 Çarşamba





“Ya iki bira içelim öyle gideriz”. Tepki yok. Vay anasını tam konsantreyiz. Serin bir ankara akşamında başlayacaktık müsabakaya. Ben yepyeni kırmızı kramponlarıyla, çakma mençıstır formasıyla takım arabasına doğru yol almaktayım..

Maç öncesi takım arkadaşlarımla tanıştım. Takım arkadaşlarımın yarısı keldi, ben dahil, diğer yarısı ise mustafaydı, ben hariç. Kondisyoner ümit ağbiyle saha etrafında bi tur attık. Tur esnasında kondisyonerim “bak buradaki araziler babamındı”, “bak bu daireler şimdi nereden baksan 600 milyar” gibi beni pek enterese etmeyen bilgilerle kafamı doldurdu. Sonra kondisyoner ümit ağbiyle kayısı ağacına saldırmayı düşündük. Benim kramponlar yepisyeni olduğu için ağaca ümit ağbi çıksın istedim. O da “ ya neyse şimdi düşer bi yerimi kırarım” diye caydı hemen. Evet, ikimizde dalma konusunda birbirimize güvenmiyorduk.

Her neyse, maç için hazırlıkları tamamladık ve sahaya çıktık. Ben, alanzinho mustafa, karpatların doktoru, cantona emre, bi de diğer mustafalar. Karşı takımı siktir et. Takım teknik direktörü Ümit ağbi, iki bira alıp banka oturdu. Ve müsabaka başladı;

Buradan sonrasını direk olarak aklımdan geçenler şeklinde yazıyorum, çünkü bir süre koştuktan sonra konuşacak halim yoktu:

“beyler boştayım”
“mustafa pas versene göt”
“emre kaçıyorum”
“doktor verkaça girelim”
“lan pas versenize”
“hassiktir dalağım patladı”
“kaleci çık, ben kaleciyim”
“kale sıkıcıymış amına koyim”
“doktor kaleye biraz sen geçsene”
“levent ağbi leş gibi bira kokuyorsun”
“iyi vurur! Hassiktir harbi iyi vurdu”
“olm iki bira içseydik ya”
“çok susadım lan”
“off belim”
“haa bacağım koptu”
“ohh be bitti”

ohh be duş almak gibisi yok hehe.

9 Mart 2010 Salı

türkiye'de futbol



ezbere konuşmak malumunuz siyasette de, aşkta da, futbolda da mevcut. şu sıralar sıkça dile getirilen birşey var, türkiye'de zaten ne olursa olsun, ister kıyamet kopsun, ister kıymetli bir bizans hazinesi bulunsun "HEP ÜÇ BÜYÜKLERDEN BİRİ ŞAMPİYON OLUYOR". aslında bugün bunu rıdvan dilmen tekrar dile getirince birşeyler yazmak istedim. çünkü rıdvan dilmen bu cümleyi kurmadan önce 8 mart 2010 eskişehirspor galatasaray maçında emre çolak'ın oyuna neden alındığını sorguluyordu. söyledikleri, "emre neden oyuna girdi ki?" "tamam genç çocuk ama yetersiz", "maçı emre mi çevirecek?" tarzındaydı. işte tam bu nokta da rıdvan dilmen söyledikleriyle çelişkiye düşüyor. ve hatta bu mantık, sadece bu değil tabi ki, yüzünden türkiye'de futbol gelişemiyor.


nedir, yüzeysel olarak bakalım olaya, e zaten üç büyüklerden biri şampiyon oluyor, dandik bir yabancı futbolcu ya da avrupa'da gözden düşmüş, para için türkiye'ye gelmiş bir oyuncu, kendini kanıtlamaya çalışan bir anadolu evladı ya da egosu tavan yapmış popüler bir yerli oyuncu aslında pek fark etmiyor. yani nasıl bir oyuncuya, nasıl bir mantaliteye sahip olursan ol muhakkak sonuca, kupaya ulaşıyorsun. peki ne yapmalı?


işte bu aşamada frank rijkaard gibi teknik adamlara ihtiyaç duyuyoruz. galatasaray'ın ya da fenerbahçe'nin ya da beşiktaş'ın başarılı olabilmesi için kendi oyuncularını yetiştirmesi, onlara imkan sağlaması gerekiyor. madem ki üç büyükler ile diğer kulüpler arasında dağlar kadar fark var. madem ki onlar ne yaparlarsa yapsınlar, bir şekilde şampiyon oluyorlar. o zaman genç oyuncuları da yetiştirmeleri, buna öncülük etmeleri şarttır. kaldı ki aslında diğer kulüplerin, yani daha aşağıda, daha altlardaki kulüplerin emre çolak veya türevlerini oyuna sokması garip gelebilir. çünkü onlar tek maç veya günlük, kısa vadeli çözümlere ihtiyaç duyarlar sezon içerisinde. e sen zaten çok büyük ihtimalle sezon sonu şampiyon bir takım olacaksın, hala daha maç içerisinde bıkkın, isteksiz bir oyuncudan medet umuyorsan, büyük bir yanlışın içerisindesin demektir.


ek olarak, trabzonspor için birşeyler yazmak istiyorum. şenol güneş açıklamalarında bütün karadeniz bölgesini ele alacaklarını ve alışık olunduğu tarzda karadeniz bölgesinden genç oyuncular çıkaracaklarını söylüyor. umarım gerçekleşir. umarım tekrar şampiyon oluruz.


en azından benim hala umudum var. senin yok mu?

1 Mart 2010 Pazartesi

stres topu



Kavuşacağımız için çok heyecanlıydım. Hayatım boyunca en fazla onu istemiştim. Küçükken insanların elinde görürdüm, çok kıskanırdım. Çok güzeldi, çok masumdu. Hep bir tane stres topuna sahip olmayı düşlemiştim. En sonunda nasıl olduğunu bilmiyorum ama evimize bi tane sarışın stres topu girdi. Tabi eve ilk girdiğinde biz bunu tanıyamadık. Futbol topu sandık hunharca tekmeledik ama hiç sesini çıkarmadı zavallım. Belki yüreği parçalanmıştır, belki kalbi ezilmiştir, anlayamadık. Ne rengi soldu ne de parça pincik oldu, dayandı garibim.

Onunla mutlu mesut yaşıyordum. Stres topumu cebimden, çantamdan hiç ayırmıyordum. Stres topu nereye ben oraya. Nerede kale oraya şut hesabı düzeyli bir ilişkimiz vardı. Zaman geçtikçe iyice alıştım ben bu topa. Yatıyorum elimde stres topu, yemek yiyorum elimde stres topu, afedersiniz sıçıyorum elimde stres topu. Topsuz bir hayat düşünemiyordum. Sevgilim bu durumdan iyice kıllanmıştı. nasıl kıllanmasın ki! bir elimde sevgilimin eli, diğer elimde stres topu taşıyordum. Zamanla sevgilimi kıskanmamaya, onunla ilgilenmemeye başladım. Çünkü stres topum vardı, hiç bir şeyi umursamıyordum. Mutluydum, huzur doluydum. Tabi bu duruma daha fazla dayanamayan sevgilim beni terk etti. Ama olsun, ne de olsa stres topum vardı.

Aradan uzunca bir zaman geçtikten sonra farkettim ki stres topu beni kendisine bağlamıştı. Derslerime çalışamıyordum, geceleri uyuyamıyordum. Arkadaşlarım artık gitgide benden nefret etmeye başladılar. "ahmet kendini iyice kaptırdı ha" , "ahmet çok iyi bi çocuktu, neden böyle oldu anlayamadık" , "in ahmet we trust" diye söylenmeye başladılar. önceleri onlara çok kızıyordum, sonuçta bu benim hayatım, Ben stres topumla çok mutluydum. Fakat aynaya baktığımda durum hiç öyle düşündüğüm gibi değildi. Göz altlarım morarmış, dişlerim sararmış, saçlarım iyice dökülmüştü. Kendimi kaybetmiştim. Adeta bir uyuşturucu bağımlısı gibiydim.

Ondan kurtulmak için çok uğraştım. Ona dokunmamak için tespihe başladım, olmadı. Tırnaklarımı yedim, olmadı. Alkole başladım, o da olmadı. Ne yapsam ne etsem, olmuyordu. Stres topu diye evime soktuğum, koynumda beslediğim nesne, beni kendisine bağlamıştı. Ondan uzak kalmak beni geriyordu. Stres topum olmadığı için çok mutsuzdum. Acılarıma daha fazla dayanamayan Mustafa, eve sarhoş geldiği bir gece " ehh sıçarım topuna da stresine de lan" diyerek stres topunu alıp pencereden fırlattı. Çok ağladım. Sonra Mustafa " ne ağlıyorsun lan, ne ağlıyorsun" diyerek bana bağırdı. Odama girip, yorganın altına girdim. Mustafa gelip kapıyı tekmeleye başladı. " yeter lan bana çektirdiklerin yeter" diye bağırdı. Alt katta kavga olduğunu duyan Fulden gelip Mustafa'yı sakinleştirdi.

Sonra ben Erdal'ı aradım, biz bi güldük, bi güldük...

15 Şubat 2010 Pazartesi



Tütün kağıda değil de
Biz kefene sarıldık madem
Ölülerin korkusuyla
Titre nev-liberal âlem!

http://tayfabandista.org/su_anda_simdi/bandista_-su_anda_simdi.zip

7 Şubat 2010 Pazar


14 Ocak günkü yazımda kardeş ülke Haiti’yi yerle bir eden felaketten iki gün sonra şöyle demiştim: “Sağlık alanı başta olmak üzere bir çok alanda Haiti, küçük ve abluka altında bir ülke olmasına rağmen Küba’nın yardımını almıştır. Yaklaşık 400 doktor ve sağlık görevlisi Haiti halkına ücretsiz hizmet vermektedir. Doktorlarımız her gün bu ülkedeki 237 bölgenin 227’sinde görev yapmaktadır. Öte yandan 400’ün üzerinde Haitili genç ülkemizde eğitim alarak doktor olarak mezun olmuştur. Bu doktorlar, dün yola çıkan yardım ekipleriyle beraber hayat kurtaracaklar. Böylelikle özel bir çaba harcamadan yaklaşık 1000 doktor ve sağlık personeli seferber edilebilmiştir. Bu personelin çoğu şu anda Haiti’de ve hayat kurtarmak isteyen ve yaralılara yardım etmek isteyenlerle beraber çalışıyor.”

“Haiti’deki sağlıkçılarımızın başkanından alınan bilgilere göre durum çok kötü olmasına rağmen hayat kurtarmaya başlanmış.”

Saatler geçtikçe gece gündüz demeden Kübalı sağlıkçılar yeni derme çatma çadırlarında, açık alanlarda ve parklarda sağlık hizmeti vermeye başladılar. Halk artçı depremlerden çekindiği için çoğu evsiz ve sokakta.

Durum ilk başta tahmin edilenden daha ciddi. Port-au-Prince sokaklarında on binlerce yaralı yardım için bağırıyor, sayısız insan cansız bir şekilde caddelerde ve betonarme, kerpiçten evlerin yıkıntılarının altında. Halkın çoğunun yaşadığı derme çatma yapıların yanı sıra betonarme binalar da çökmüş. Ayrıca Küba’daki Latin Amerika Tıp Fakültesinden mezun olan doktorların bulunması da hiç kolay olmadı, çoğu trajediden doğrudan veya dolaylı olarak etkilenmişti.

Birleşmiş Milletler binası da yıkılan binalar arasında olduğu için bazı BM görevlileri yatakhanelerinde sıkışmış ve onlarca görevli hayatını kaybetmiş. Haiti’de görev yapan MINUSTAH şefleri de ölenler arasında. Kurumda çalışan yüzlerce kişiden ise haber alınamıyor.

Haiti Başkanlık Sarayı yerle bir oldu. Hastaneler dâhil olmak üzere çok sayıda kamu binası kullanılmaz halde.

Felaket önde gelen uluslararası televizyon kanallarında birinci haber olarak yer aldığı için ekranları başındaki tüm dünyayı şok etti. Neredeyse her hükümet bölgeye yardım gönderdiğini açıkladı; yardım ekipleri, gıda, ilaç, malzeme ve diğer ihtiyaçlar bölgeye sevk edilmeye başlandı.

Küba tarafından uluslararası kamuoyuna yapılan çağrı gereğince İspanya, Meksika ve Venezüella başta olmak üzere çok sayıda ülkeden sağlık ekipleri Haiti’de Kübalı doktorlarla beraber imkansızlıklar içerisinde çalışmaktadır. PAHO gibi örgütlerin yanı sıra, kardeş Venezüella gibi ülkeler büyük miktarlarda ilaç yardımı yapmıştır. Kübalı uzman doktorlarının yaptıkları yardım kesinlikle şovenizmden uzak ve afişe edilmeksizin gerçekleştirilmiş ve kamuoyuna reklamı yapılmamıştır.

Küba hatırlanacağı gibi, daha önceden Katrina Kasırgasının vurduğu ve binlerce ABD vatandaşının hayatının tehlikede olduğu New Orleans şehri için ABD hükümetine yardım teklifinde bulunmuş ve tam donanımlı binlerce doktor göndermeyi vaat etmişti. Çok büyük kaynakları olan ABD’ye karşı uzattığımız bu dostluk eli herkesin malumudur. O sırada çok sayıda yaşamı kurtarmak için ihtiyaç duyulan şey, çok sayıda deneyimli ve ekipmana sahip sağlıkçıydı. New Orleans’ın coğrafi konumu da göz önüne alındığında göndermek için hazır olduğumuz “Henry Reeve” Sağlıkçı Tugayının teçhizatlı bir şekilde bölgeye ulaşması çok kısa süre içinde gerçekleşebilirdi. Ancak o sırada ABD Başkanı olan kişinin bu talebi reddederek, kurtarılabilecek çok sayıda insanın ölmesine göz yumabileceğini hiç düşünmemiştik. O hükümet tarafından yapılan hata aslında ABD halkının Küba halkı tarafından düşman olarak görülmediğinin algılanamamasıydı. Küba halkı, katlanmak zorunda kaldığı sıkıntı ve saldırılardan dolayı ABD halkını sorumlu görmemektedir.

O hükümet, bizi yarım yüzyıldır pes ettirmek için uyguladığı saldırılara karşın yardım dilenmeyeceğimizi veya pişman olduğumuzu söylemeyeceğimizi algılayacak kabiliyette değildi. Ülkemiz, Haiti söz konusu olduğunda da ABD yetkililerinin yardım sevkiyatını kolaylaştırmak için hava sahamızın kullanılmasına dair temaslarına derhal olumlu yanıt vermiş ve depremden etkilenen ABD ve Haiti vatandaşlarına yardımın bir an önce ulaştırılması için elinden geleni yapmıştır.

Halkımızın ahlaki davranışını anlatan prensipler buradan görülecektir. Halkımızın eşitlikçi yanı ve dik duruşu dış politikamızın temel yapı taşlarından olagelmiştir. Bu konuda uluslararası arenada bizi düşman olarak görenler bunu daha iyi değerlendireceklerdir.

Küba, bölgemizdeki en yoksul ülke olan Haiti’de meydana gelen trajedinin aslında dünyamızdaki en güçlü ve en zengin ülkeler için bir sınav niteliğinde olduğu fikrinde ısrar etmektedir.

Haiti, dünyamıza zorla kabul ettirilen sömürgeci, kapitalist ve emperyalist sistemin bir ürünüdür. Haiti’nin esareti ve sonucunda ortaya çıkan yoksulluğu, ülke dışından zorla kabul ettirilmiştir. Hatırlamalıyız ki bu dehşet deprem, 192 Birleşmiş Milletler üyesi ülkenin en temel haklarının gasp edildiği Kopenhag Zirvesinin hemen ardından meydana geldi. Trajediden sonra Haiti’de öksüz ve yetim kalmış kız ve erkek çocuklarını yasa dışı yollarla evlat edinme furyası başladı. Çok sayıda çocuğun yurdundan kopartılmasına karşı UNICEF sert yaptırım kararları almak zorunda kaldı. Yüz binin üzerinde insan hayatını kaybetti. Binlerce Haitili kollarını bacaklarını kaybetti veya kendi başlarına ihtiyaçlarını karşılayamayacak veya çalışamayacak şekilde sakatlandılar.

Haiti’nin yüzde sekseninin yeniden inşa edilmesi gerekiyor. Haiti’nin ihtiyacı olan şey, kendi üretim kapasitesine göre ihtiyaçlarını karşılayabilecek oranda gelişkin bir ekonomi. Savaştan sonra Avrupa ve Japonya’nın yeniden inşa süreci, bu ülkelerin üretim kabiliyetleri ve toplumun teknik seviyesi göz önüne alındığında Haiti’de yapılması gerekenden daha kolay gözüküyor. Haiti’de yapılması gereken aslında Afrika’nın çoğunda veya Üçüncü Dünyanın herhangi bir yerinde yapılması gerekenle aynı; sürdürülebilir bir gelişme yaratılması. Sadece kırk yıllık bir süre zarfında insanoğlunun sayısı dokuz milyara ulaşacak. İnsanoğlu daha şimdiden bilim adamlarının kaçınılmaz olarak değerlendirdiği iklim değişikliği tehlikesiyle karşı karşıya.

Haiti’deki trajedinin tam ortasında kimsenin neden ve nasıl olduğunu bilmediği bir olay daha gerçekleşti. ABD Deniz Kuvvetlerine ait 82. Hava İndirme Alayına bağlı askerler Haiti’ye çıkartma yaptı. Bundan daha kötüsü, ne Birleşmiş Milletler ne de ABD hükümeti bu konuyla ilgili olarak dünya kamuoyuna bir açıklama yapmamış olmasıdır.

Çok sayıda hükümet Haiti’ye gönderdikleri personel ve tıbbi yardımları taşıyan uçaklara iniş izni verilmediğini belirterek durumu protesto ediyor.

Bazı ülkeler ise bölgeye daha fazla asker ve mühimmat göndereceklerini açıklıyor. Bence, bu tip olaylar zaten karmaşık olan uluslararası işbirliğini daha da karmaşıklaştıracak ve içinden çıkılmaz bir hal almasına yol açacaktır. Konunun ciddiyetle masaya yatırılması gerekmekte. Birleşmiş Milletler bu konularda kendisine verilen yetkileri kullanarak liderliği ele almalıdır.

Ülkemiz Haiti’de sadece ve sadece insani yardım faaliyetlerini yerine getirmektedir. İmkânları ölçüsünde personel ve malzeme yardımı yapacaktır. Doktorları ve uluslararası yardımlaşma gönüllüleriyle onur duyan Küba halkının yüce iradesi Haiti’nin yardımına koşmaktadır.

Ülkemize teklif edilen samimi en küçük yardım teklifi bile kesinlikle reddedilmeyecektir ancak bu yardımın kabul edilmesi ülkemizin ihtiyaç duyduğu yardımın önemine bağlı olacaktır.

Şunu da belirtmeliyim ki bu zamana kadar Küba’nın Haiti halkına yardım etmek için gönderdiği sağlık personeli ve ekipmanı taşıyan uçaklarımız hiçbir güçlük yaşamaksızın gidecekleri yerlere varmıştır.

Biz doktor göndeririz, asker değil!

Fidel Castro Ruz




not: önceki haiti depremi yazısı için ( http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=975894&Date=21.01.2010&CategoryID=81 )

bizimkisi kaş yaparken göz çıkarma hadisesi (vol.2) kızlara ne oldu?

Etraftaki çakallara sert bakışlar atıyordum, kızlarsa hala konuşuyorlardı, “ kızlar biraz hızlanalım mı?” dedim. Kapıya yaklaşınca evin biraz dağınık olduğunu söyledim, “ aman canım ne olacak bizden mi utanıyorsun” dediler. Eve girdik, yoldan gelirken tanıdık tekelden aldığım biraları dolaba yerleştirdim. Tanıdık tekele sarhoş kızlarla girmenin gerilimini yaşadım. Tekelci pişkin pişkin sırıtarak, bıyık altından “ hadi iyisin iyisin” diyordu. Ben mutfakta çerezleri tabaklara koyarken, onlarda benim dolabımdan kendilerine giyecek birşeyler bakıyorlardı. Kıkırdamaya başladılar, “ hassiktir annemin aldığı süveteri gördüler” dedim. Emel koşa koşa yanıma geldi, elindeki süveteri göstererek, “ bunu sen mi giyiyorsun yeaa” dedi, karizma çizilmesin diye “ bi arkadaşın” dedim.

Salona girdiğimde Pelin'in benim bilgisayarı karıştırdığını gördüm. Müziklerin yerini söyledim. “ oo sağlam rak arşivin var” dedi, “ evet ya rakçıyım ben” dedim. O da bilmem hangi grubun gitaristinden, bateristinden falandan filandan bahsetti. Anlamıyordum, zaten o müzikleri dinlemiyordum, sırf hava olsun diye tanımadığım skimsonik finlandiyalı grupların şarkılarını bilgisayara yüklemiştim.

Acil plan yapmam gerekiyordu çünkü Emel güzellik konusunda Pelin'i geçmek üzereydi. Iki yüzde yüzlük gol posizyonunu harcayan forvet oyuncusu olmamalıydım, kendi kendime “hayır! ben bir güiza değilim” dedim.

Planı hazırlamıştım, içerisinin çok sıcak olduğu bahanesiyle soyunacaktım, böylece benim soyunmamdan yüz bulup onlar da üstlerini çıkaracak ve hep beraber çıplak oturacaktık. Basit ama etkili bir plandı. “ off ya içeri çok sıcak” diyerek olaya ilk adımımı attım. “ camı açalım” dedi canım Pelin, salak Pelin. Camı açtık ve benim plan çöpe gitti. Hemen başka bir plan yapmalıydım.

Ben plan düşünürken, onlar kendi aralarında konuşuyorlardı, bu durum çok sıkıcıydı. Muhabbete bir yerden dahil olmalıydım. Yutubu açıp komik bebek vidyolarına bakarak, sempatik, cana yakın erkek havası vermek istedim. Vidyoyu açtım, kendi kendime izleyip, yüksek sesle gülüyordum sırf onların dikkatini çekmek için. Gittikçe güzelleşen Emel dayanamadı, “ neye gülüyorsun sen yea” diyerek, kafasını omuzuma doğru uzattı, ben de omzumu onun kafasına doğru. Emel “oo ne kadar geniş omuzların var senin böyle” dedi. “ baksana Pelin ne kadar geniş omuzları var” dedi. Pelin kollarını iki yana açarak omuzlarımı ölçtü. “ Murat'ın omuzlarından daha geniş” dedi. Evet, tanımadığım bir insandan daha geniş omuzlara sahip olmak bende bir göt kalkıklığı yaratmadı değil. Ama ne bileyim, böyle güzel bir ortamda Murat'ın isminin geçmesi benim moralimi çok bozdu. Neyse ki omuzlar durumu kurtarıyordu.

Artık gece geç olmuştu, alınan alkolün etkisiyle yavaş yavaş sızma belirtileri baş gösteriyordu. Artık yapacak bir planımda yoktu, fakat birden... ( devamı var tabi lan)

6 Şubat 2010 Cumartesi

yalnız ve ergen



Çok yalnız bir çocuktum. Daha doğrusu çok yalnız bir ergendim. Abim üniversite için İzmir'e gidince, ben dımdızlak ortada kalmıştım. Bir de lise ile ev arası kuş bakışı 2 saat mesafe olunca, yalnızlığın kat be kat artmıştı. Her şey o liseye girişimle başlamıştı. Ahh o lise. Yedi beni o lise. Gerçi liseye girişim çok basit olmuştu, ne olduğunu bilmediğim anadolu ticaret meslek lisesini kazanmıştım ve yine ne olduğunu bilmediğim bilgisayarlı muhasebe bölümünde okuyacaktım. Okuyacağım bölüm hakkında hiç bir fikrim yoktu, bir tek babamın “ oğlum artık her şey bilgisayarla” demesi, “ aa bilgisayar mı? sabaha kadar kantır sıtrayk oynarım mınakoyim” diye düşünmeme yetmişti.


Lisede net olarak 65465832 tane öğrenci vardı. Bunların arasında 54312 tane bıyıklı, 3565421 tane bıyıksız erkek, 565953 tane bıyıklı, 354684 tane bıyıksız kız bulunuyordu. Tabi sırça gibi bıyıklarım olduğundan bıyıksız kızlardan hoşlanıyordum. Ama mesela bıyıksız erkeklerin bıyıklı kızlarla çıkmalarını da onaylıyordum. Sonuçta kendi tercihleri di mi?


Tabi aslında durum çok farklıydı. Dediğim gibi çok yalnız bir ergendim. Kadınlara karşı çok yabancıydım. Kadınlar benim için birer peksimetten ibaretti. Peksimet ne demek mınakoyim ya? Yıllardır okuyoruz arkadaş, biri çıksın göstersin peksimet budur diye. Sabah akşam başka bir şeyleri yokmuş gibi peksimet yiyor bu ruslar. Neyse konuyu dağıtmayalım.


Evet, kadınlara karşı çok yabancıydım. Fakat bir gün annemle balkonda oturmuş karpuz yiyip, çivitlerini de küllüğe doğru fırlatırken, karşıdaki evin balkonunda sarışın bi hatun gördüm. Adete çarpılmıştım, adeta vurgun yemiştim, adeta dibim düşmüştü. Evet, sonunda o kadını bulmuştum. Ergenlik hayallerimi üzerine inşa edeceğim kız, tam olarak 30 derece sola dönüldüğünde karşı balkonda oturan kızdı.


Neyse, gel zaman git zaman, ben balkondan çıkmıyorum arkadaş. Sabah akşam balkondan birbirimizi kesiyoruz ama bi türlü konuşamıyoruz. Artık balkonda o kadar çok vakit geçirmeye başlamıştım ki canım sıkılıyordu, yapacak bir şeyler bulmam gerekiyordu. Bende elime koca koca kitapları alıp, aslında sırf karizma olsun diye, balkonda okumaya başladım. Dostoyevski senin, tolstoy benim, puşkin senin, gogol benim. Aradan uzunca bir süre geçti böyle. Müthiş bir entellektüel birikim yapmıştım. Asıl amacım balkonda daha fazla vakit geçirip kızı kesmekti fakat işler istediğim gibi olmamıştı. Keçi sakal bırakmıştım, her akşam bir şişe şarap bitiriyordum, pipoyla iran tütünü içiyordum.


Artık yalnızlığı hissetmiyordum. Artık yalnız bir ergen çocuğu değildim, baya bildiğin edepli, saygılı bi delikanlıydım. Bir süre sonra kızı kesmekten vazgeçtim. Zaten lise de bitti, Ankara'ya geldim. Tabi ergenlikten diplomayı alıp Ankara'ya gelince işler yoluna girdi. Yoksa cumartesi günü sabahın köründe niye ayakta durayım, uyurdum di mi?

Nah uyurdum :)

1 Şubat 2010 Pazartesi

bizimkisi kaş yaparken göz çıkarma hadisesi (vol.1)

Her seferinde “haa orası mı yeaa”, “ aa evet benim mekan” diye olaya atlıyordum. Duyan da beni şehir şehir gezen trt muhabiri sanacaktı, halbuki gezmeyi seven bir tip değildim. Amma velakin Pelin'in “geyik barı” çok sevmesi, beni doğal olarak mest etmişti. Geyik barla ilgili ne dese, onaylıyordum. Müzikler şahane, evet yaa süper. Ortam on numara, müthiş yaa. Hele patlamış mısırları, off ne diyorsun. Geyik bar neresi, bilmiyordum ama ateşli bir şekilde Pelin'i onaylıyordum.
Muhabbetin sürmesini istiyordum, aslında kendime çok güvenmiyordum ama çakma gezgin ruhumun bana verdiği anlık özgüvenle Pelin'e geyik bara gitme teklifi sundum. Teklife cevabı, küçük bir “ hı hı” olmuştu. O kadar biranın, o kadar ateşli konuşmanın üzerine küçük bir “hı hı” elbette moralimi bozmuştu. Geyik bar muhabbetini bir daha açmadım. Zaten o da masadaki diğer tiplerle konuşmaya daldı. Ben de akıllı tvde ineğin götüne kafasını sokan adamı izlemeye koyuldum.
Aradan bir hafta geçti ve bir mesaj; “ geyik bar, ne dersin?”. Evde godoş gibi elde bira, atlet ve iddaa ekiyle takılırken, böyle bir mesajın gelmesi beni fazlasıyla germişti. O gerginlikle birayı kafama diktiğim gibi bitirdim, atleti çıkarıp siyah rak tshirimi giydim, iddaa ekine sigara küllerini boşaltıp, evden çıktım. Cevap atmamıştım, çünkü geyik bar neresi, öğrenmeliydim. Taksi durağına gidip sordum, şurda barlar var, oradadır dediler. Söyledikleri yere koşarak gittim, etrafa bakındım, sokağın sağ tarafında, alt katta geyik yazılı bir tabela gördüm ve içeri girdim. Hemen cep telefonumu çıkarıp, “ ben zaten oradayım :)” yazdım. Gidip kıyıdaki tabureye çömeldim, beklerken bi bira bitirdim.
İçeri girdiğinde telaşlıydı, masaya oturdu ve “ben fazla duramayacağım” dedi. Çok bozulmuştum, evde huzurlu bir şekilde otururken, ne diye o zaman beni buraya çağırdın lan, demek istedim, diyemedim. İnce ve tırt bir sesle “ niye” dedim. “ bi arkadaşım sevgilisinden ayrılmış, çok morali bozuk, onun yanına gitmem gerek” dedi. Hemen bir şey demeliydim, çünkü Pelin gidiyordu. “ o da buraya gelsin” dedim. “ sıkılmaz mısın” dedi. “ yok, sıkılmam” dedim. “ ben iyi bir dinleyiciyim örtmenim” dedim. Espriye ve espriyi yaparken ki el hareketlerime çok güldü. Yan masadan bir kaç tip bana bakınca, gülmeyi kestim.
Arkadaşının ismi Emel'di. Emel çirkince fakat gittikçe güzelleşen bi kadındı. Evet, gittikçe güzelleşiyordu. Gözlerime inanamıyordum, her saat başı Emel daha güzel bir kadın oluyordu. Pelinle bir şeyler konuşuyorlardı, ben sürekli içiyordum. Arada “ hadiyaalıyordum”, “ aaaöylemiliyordum”. Kadın ruhundan anlamıyorum, kadın konuşmalarından hele hiç anlamıyorum. Yaklaşık üç saat geçmişti. Bu üç saat içinde, tarık, kerim, onun kuzeni aslı, aslı'nın ablası nehir, cemil'in eski sevgilisi nuray ve tarık'ın mühendislik okuyan arkadaşı ozanla neredeyse kardeş olmuştum. Artık onlara yapılan yamuk, bana yapılmış sayılmalıydı. Arada “o kimdi” diye sorarak, iyice isimleri bellemeye çalışıyordum.
Gece geç olmuştu. Pelinle Emel gitgide birbirlerine benzemeye başlamışlardı. Kalkıp gitmek istiyordum, sıkılmıştım. Tarık, kerim, onun kuzeni aslı, aslı'nın ablası nehir, cemil'in eski sevgilisi nuray ve tarık'ın mühendislik okuyan arkadaşı ozan'ı da tanımamın vermiş olduğu samimiyetle, onları eve davet ettim. Hemen kabul ettiler... ( devamı sonraya )

31 Ocak 2010 Pazar

amat



ekşiden çaldım, okurken zırt pırt sözlük karıştırmayın, yoksa hiç zevk alamazsınız romandan. gemicilik terimleri ve açıklamaları, buyursunlar;



YİSA: birçok kişinin yaptığı işlerde gayret vermek için söylenen söz
VARDA: dikkat
SEREN: direkler üzerinde yelken açmak için ve isaret çekmek için yatay olarak bağlanmış gönder.
CUNDA: yatay serenlerin her iki başları, uç kısımları
USTURMAÇ: birbirinin üzerine veya rıhtıma yanaşan teknelerin bordalarının göçmemesi veya boyalarının bozulmaması için araya koydukları agaç, lastik, plastik veya halatlardan yapılmış olan, balon, silindir biçimindeki yastık
HİSA ETMEK: bir şeyi yukarı kaldırmak. [hisa sancak, hisa kürek]
MAYNA ETMEK: ağır ağır indirmek
MİZANA DİREĞİ: 3 direkli bir yelkenli gemide en kıçtaki direk
KOLOMBORNE: bir tür uzun namlulu kaval top
MARİNEL: usta denizci
KASARA: teknelerin baş, orta ve kıç kısımlarında güverteden daha yüksek olan güverteleri veya kısımları
GABYA: ana direk ile babafingo çubugu arasındaki çubuk veya yelken
BABAFİNGO: direklerin güverteden itibaren üçüncü çubuğudur
GABYAR: gabyadan sorumlu denizci
PALAVRA GÜVERTESİ: eskiden harp gemilerinde topların bulundugu güverte
FALYA TAVASI: topları ateşlemek için ağız otunun konulduğu yer
ARMADURA: gemide direklere takılı halatları bağlamak için küpeştenin iç tarafında bulunan delikli ve çubuklu levha
VOLTA ALMAK: halatin veya demir zincirinin biribirine dolaşması
ALESTA: hazır olmak
ALESTA TRAMOLA: yelkenle seyirde rüzgarin bir kontradan diger kontraya önce pruvanın geçmesi ile yapılan dönüş
ÇARMIK: denizcilikte direklerin her iki bordasına bağlanabilmesi için gerilmiş tel halatlar.
ALABANDA: bordanin iç kısmı veya dümenin 35° ye kadar basılması
PORSUN: bir gemide güverte işlerini idare eden ve filikalar ile demir ve güverte donanımından sorumlu kişi
İSKOTA: yelkenlerin iskota yakalarını kullanmak, yelkeni rüzgar ile doldurmak için halat - palanga donanımı
PRASYA: yelkenleri rüzgarın estiği tarafa çevirebilmek için yelkenlerin açıldığı serenlerin cundalarından donatılan hareketli halatlar.
TAVLON GÜVERTESİ: çok güverteli gemilerin üsten itibaren aşağıya dogru beşinci güvertesi.
eski harp gemilerine ait bir güverte katı
İSTİNGA: yelkenleri toplamak için kullanilan hareketli donanım.
VİYA: gemiyi veya tekneyi istenilen rotaya döndükten sonra, istenilen yöne seyredilmesi için verilen komut
GOMİNA: 185 metreye tekabül eden uzunluk

17 Ocak 2010 Pazar


Korkmuyorum elbet, ama sanırım bu hep böyle devam edecek, ne zaman o tarih yaklaşsa benim ruh halimde belli belirsiz bir çöküntü meydana gelecek. Çünkü bu zamanlar samimiyetsizlik kokusu buram buram çarpıyor yüzüme. `sense of humour`'un bozulmuş, dediler. Bozulmuş olabilir, bu ülkede yaşayıp “sense of humour”u bozulmayan adama high-kick atayım. Yazarkan bir yandan da kıvranıyorum anasını satayım, bu samimiyetsizlik beni mahveyledi, deli divane eyledi. Sevgilim, Nihat doğan görünümlü civciv doldu etraf. Dedim ya “sense of humour”umu kaybettim, yardım et.

Böyle unutaraktan, utanaraktan, öttürerekten milliyetçilik yapıyoruz, çok garip geliyor. Utangaç milliyetçilik ne acaip ya, hanım bugün bayrağa baktım yanaklarım al al oldu, bi utandım ki sorma, gittim kahvede arkadaşlara anlattım, onlarda bi utandılar, bi utandılar. Sonra dağıldık, üç beş kürt dövdük, çingene kovaladık, rahatladık. Oh mis. Ben senin bildiğin milliyetçilerden değilim. Nasıl lan? Utanmaz milliyetçilik!

yeni nesil çok değişti diyor, amcam. eski nesilden ne bıraktınız ki bize. bir tane var sizin nesilden, adam kendini mesih ilan etti, bu aralar hapishaneden çıkacak, milli katilimiz `mehmet ali ağca`. yeni nesil çok değişik elbet, kendine menejer, danışman tutuyorlar.
işte özlemle beklediğimiz modern türkiye manzarası sevgili halkım! atatürk'ün lafı kafasının üstünde hizalansın, daha fiyakalı olsun, daha şık, daha bilmemne. Çok değiştik çok!

aslında benim baya bi canım sıkkın, üçüncü yılında bir gram hakikat zerk eyleyemedi devletimin naçiz vücuduna, olan oldu hrant'ımın yirmi bir gramına. Bir çırpıda sıralıyoruz; vatan, hain, ermeni, döl, mozaik, mermer, millet, ırk, din, dış mihraklar, satılmış aydınlar, misak-i milli... ulan var ya!

samimiyetsizlik dedim aklıma geldi, sahi ne oldu 19 ocak'ta?

10 Ocak 2010 Pazar

parıltı


Karnım acıktı, birşeyler yemem gerek. Sonra bir iki bira daha içerim, keyfim yerine gelir. Akşam saatlerinde herkes evine girmiş, sokaklar her zaman olduğu gibi bomboştu. Ben yine içmiş, yine leyla olmuştum. -şaka lan şaka leyla olmadım, leyla ne mınakoyim, ibne şeysi gibi-
Hızlı hızlı sucuk-ekmeğe doğru yürürken, karşıdan bana doğru yaklaşan bi parıltı gördüm. Parıltı gittikçe yaklaşıyordu. Parıltı yaklaştıkça, ben de parlıyordum. Sinirlenmiştim, böyle bi akşamın üstüne bu parıltı da neyin nesi, dedim. Sonra, ya bi sıs allasen, dedim.
Parıltı iyice yaklaşınca, kafamı kaldırdım ve yüzüne baktım. Karşıdan gelen kişi bendim. Ama biraz farklıydım; ağız, burun, göz aynı annem, pardon aynı ben. Fakat saçlar iyice seyrelmişti. Zaten iyice yaklaşınca parlaklığın kelden yansıdığını farkettim. Önüne bir adım attım ve durmasını sağladım. Ben önüne geçince, o yan tarafa geçmek için hamle yaptı fakat ben daha önce davranıp yine önünü kestim. Elimi uzattım, merhaba ben ahmet, dedim. O da elini uzattı, avuçları terlemişti, merhaba, dedi. Sen bensin, dedim. Evet ağbi, dedi ben senim. Peki bu hal ne oğlum, dedim. Ağbi insan farketmiyor ki, dedi. Saç işte, bir anda dökülüveriyor, dedi. Özür diledim, hepsi benim hatam dedim. Neden mutsuz duruyorsun, dedim. Ağbi ne yaptın sen bana diye bi parladı bu. Hep dedi senin o saçma sapan fikirlerin yüzünden dedi. Aslında herşey güzel olabilirdi ama hayat şartları beni de değiştirdi, dedim. Ya bi siktir git amına koyim, dedi bağırarak. Sokak ortasında bağırarak küfür etmeye de başlamışsın artık, dedim. Benim alttan aldığımı görünce, o da biraz yumuşamıştı. Birşeyler içelim mi, dedi. Bira, dedim heyecanla. Çok sevdik be ağbi, dedi hüzünle karışık bir tutkuyla. ( hı hı evet)
İki tane dal herifi kabul edecek bir mekan aradık uzunca bir süre, sonunda bir tane kıytırık yere oturduk. Çok güzel bir şiir yazdım ağbi, dedi. Ben de yazdım, dedim. Hiç okumadan, şiirlerimizi değiş-tokuş ettik. Onun şiiri peçeteye yazılıydı, peçete sümüklüydü. Benim şiirim tuvalet kağıdına yazılıydı, tuvalet kağıdı...neyse. Yıllar ne kadar çabuk geçiyor lan, dedim. Ağbi sevgili yaptım, dedi. Vay göt vay, dedim. Ağbi çok güzel, dedi. Bi görsen sen de seversin. Çok iyi anlaşıyoruz, dedi. Gözlerime bakmasını söyledim. Yalan söylüyorsun, dedim. Yalan söylüyorum, dedi. Ellerim terliyordu.
Erdal ne yapıyor, anlatsana dedim. Anlatmayayım ağbi, dedi. Moralin bozulur. Niye lan, öldü mü dedim. Yok ağbi daha ölmedi dedi. Çok zengin oldu dedi. Paraya para, karıya karı demiyor. Paraya abramoviç, karıya penelope diyor. O niye lan? Bilmiyorum ağbi, öyle diyor işte. Dünyanın en zengin 20 adamı arasına girdi, dedi. Gözlerime bakmasını söyledim. Doğru söylüyorsun amına koyim, dedim. Doğru söylüyorum amına koyim, dedi.
Ağbi bir de yıllar önce dilenciye verdiğin para döndü dolaştı bir şekilde benim cebime girdi biliyor musun, dedi. Hadi lan, dedim. Niye, dedi. Ben sevmiyorum o şarkıyı dedim. Severdin dedi. Artık sevmiyorum dedim. Tuvalete gitmek için izin istedim. Sonra arkama bakmadan, kaçmaya başladım. Yeterince uzaklaşınca dönüp, ona baktım. O da yeterince uzaklaştığını düşünüp bana bakıyordu. Ben el salladım. O kokulu öpücük yolladı.
Sevgiler, saygılar.