28 Mayıs 2009 Perşembe

GÜZELLEME
Şimdi öğlesi sıcak, akşamı soğuk bir ankara akşamında avuçlarımın içindesin. Her akşam böyle başbaşa kalıyoruz ve inan bu beni çok mutlu ediyor. Sensiz bir hayatın içine...
Bir dakikası bile önemli hayatımın, bunu iyi biliyorsun. Sırf bu yüzden hep yanımda olmanı istiyorum. Sensiz olmayı; cezası “tek ayak üstünde durmak” olan öğrenciye benzetiyorum. Öyle ki, herkes arkandan sana bakıyor, kimisi gülüyor haline, kimisi acıyor hatta kimisi kibirleniyor. Sen duvara dönük yalnız başınasın, gözlerin tabanda meşgul olmak için birşeyler aranıyor. Yorgunsun ve dahası utanıyorsun. Halbuki sen yanımda olunca; ne gülenler, acıyanlar ne de meşgul edecek bir şeyler aramak. Sadece sen, inadına sen.
Gelecek günler ne getirir ne götürür, bilmiyorum. Çok zaman geçti sen hayatıma gireli, ne kadar çok şey yaşadık beraber. Geneli senin sayende. Ahmet yaparsın, edersin diyorsun, ben harekete geçiyorum. Sanırım sen olmasan kendime ufacık bir güvenim kalmayacak. Sanki hiç birşeyi hissetmiyorsun, sanki dünya umurunda değil. Öyle rahatsın, öyle bana aitsin ki sana karşı mahcup oluyorum.
Şimdi içimdesin dopdolu ve çok güzelsin. Asla ayrılmayalım canım benim.


açıklama: yazar burada biraya seslenmiştir ve hatta içmiştir.

23 Mayıs 2009 Cumartesi


Tam olarak tarihini hatırlamıyorum, malum hafızam pek iyi değildir, 1997 yılı olabilir, star tv vermişti, sanırım parlement sinema gecesi kuşağında. Çift haneli yaşlara yeni girmiştim, öyle malak gibi televizyonun karşına kurulmuştuk. Klasik bir pazar akşamıydı, yani haberler izlenirken büyük akşam yemeği yenmiş, biraz televizyon karıştırıldıktan sonra anne zoruyla banyo alınmıştı, yani büyük bir yük üstümüzden kalkmıştı, bir daha ki pazara kadar banyo yapmak yok. Yaşasın kirli atletlerle, tazı gibi koşup, it gibi terlemek! Tam hatırlamıyorum ama sıcak suyu kaynatıp banyo yapmışta olabiliriz, şofben var mıydı o zamanlar emin değilim. Ama emin olduğum bir şey var ki o zamanlar devlet bize su vermiyordu – devlet bizi sevmiyordu- ibneler. Mahallemizin dibinde duran, etrafı duvarlarla çevrili ( sanırsın beyaz saray), kocaman bir villa vardı. Tabi içinde oturan kocaman götlü insanlar vardı. İşte o kocaman götlü insanlara biz her ay para veriyorduk, onlarda bize su veriyordu. Sonra yine bu kocaman götlü insanların, kendileri gibi kocaman köpekleri vardı, bunu iyi hatırlıyorum. Herneyse, mahallemizin bu iğrenç kısmını başka bir yazıya saklayayım en iyisi.
O pazar akşamına kadar genelde ahmet kulunuz filmin sonunu getiremeden zıbarırdı. Ahmet kulunuz zıbarmayı pek severdi. Yani annesinin “uyku saatin geldi, yat artık” tarzındaki amerikan söylevlerine ihtiyacı yoktu. Ben zaten sürekli köpekli yorganıyla dolaşan bir varlıktım. Köpekli yorganımı çok severdim lan. Neyse baba rakıyı mezeyi yanına koymuş, ben halının üzerinde, -kadınlar kendilerini güldüren erdallardan hoşlanırlar- kısmındaki Erdal da tekli koltuğa çöreklenmişti. Annemde halının üzerinde yanımdaydı. Hatırımda kalan o gün misafir odasındaki 70 ekran tüplü televizyondan filmi izlediğimizdir. O gün niye misafir odasındaydık hatırlamıyorum. Zaten bizim aile misafir sevmez, niye misafir odamız vardı, onu da bilmiyorum. Ama tüplü televizyon güzeldi. Cam gibiydi. Ayrıca bir ara bu televizyona çanak anten bağlatmıştık. Sırf “çanak anten bağlattık madem izleyelim” diye, o sobasız odada, o sümüklerimin donduğu odada, babamla beraber anlamadığımız kayakla atlama şeysini izliyorduk. Dostoyevski görse halimizi, kesin bir şeyler karalardı bizim için. Ulan filmle ilgili yazacaktım konu nerelere geldi teeaaaalllaaam.
Red'in konuşmaları aklımda baya bir yer etmişti. Şimdi orijinal sesinden izleyince filmi, o tadı alamıyorum. Seslendirmeyi yapanın ellerinden öperim bunun için. Mozart ile tanıştım bu film sayesinde. O ne güzel bir umuttur öyle, o ne güzel bir özgürlük havasıdır. Pek sinemadan anlamam, hani böyle terim filan bilmem. Ama bu film farklı bir şeyleri var ediyor, benim için. O meşhur sarılma sahnesi olup bittikten sonra, ailecek televizyon ekranına bakakalmıştık. Andy ve Red birbirine sarıldığında, ben bulutların üstündeydim, bunu iyi hatırlıyorum. Ömrü hayatımda ne olur, ne biter elbette bilmiyorum ama tek isteğim bir gün bende o sarılmanın tadını almak istiyorum.

14 Mayıs 2009 Perşembe


Sıcaktan bunalıyordum, durakta, sırtımı dayadığım yerde “çok karizmatiğim olm” diyerek sigaramı içiyordum. Arka yapraklarına iddaa maçlarını not ettiğim gereksiz defterimle ve kulağımda kulaklığımla otobüsün gelmesini bekliyordum. “Yürüsene arkadaşım” diye arkamdan dürtülmeseydim, Nuri Bilge Ceylan sineması kıvamındaki durumum devam edecekti. Arkamı dönüp bağırmasana arkadaşım diyecektim, tuttum kendimi, yapma Ahmet dedim, yakışmaz dedim. Otobüs durağa yaklaşınca öne doğru minik adımlar atmaya başladım, otobüsün kapısına yaklaşınca, aradan çakallık yaparak sıraya girmeye çalışanlara nefret dolu, pis bakışlarımı attım.
Ön koltuğa kurulup, ellerimi nereye koyayım lan diye düşünürken yanıma dilberdudaklının teki oturdu. Gerçi önce saçlarını görmüştüm, onlar da güzeldi. Teni de güzel gibi duruyordu. Gözleri elaydı, es geçmeyeyim bunu da. Boyu, kilosu normal(?) insan ebatlarındaydı. Yani balık gibiydi. Kısrak gibiydi. Aslında kediye de benziyordu. Şimdi düşününce dinazor gibi duruyormuşum yanında. Fil gibi bir hafızaya sahip değilim ama köpek balığı hislerine sahibim. Yanında maymunluk yapmayayım diye kendimi zor tuttum. Belgesel tadında devam ediyordu her şey…
Bacaklarımı cama doğru iyicene yasladım, ufaldıkça ufaldım. Yeter ki o rahat etsin, yeter ki yanımda bunalmasın, yeter ki… Sol tarafa dönemiyordum, devamlı dibimdeki pencereden dışarıya bakıyordum. Aslında dışarıya bakıyormuş ayağıyla, penceredeki yansımasına bakıyordum. O pencereye bakınca, aha yakalandım diye, önüme bakıyordum.
Benim önüme baktığımı görünce, neyin var diye sordu. Biraz canım sıkılıyor, dedim. Başını omzuma koydu. Ben de omzumu yavaşça aşağıya doğru gerdim, sonra tüm kuvvetimi omzumda toplayarak, kafasına omuzla demi-voleyi bi çaktım ve gooooooool!



10 Mayıs 2009 Pazar


...hiç yılına savaşı attık

ve bu yolu yürümeye başladık

bizi sizin yüreklerinize götüren

ve bugün sizi bize getiren yolu.


biz işte buyuz.

zapatista ulusal özgürlük ordusu.

duyulmak için kendini silahlandıran ses.

görünmek için kendini gizleyen yüz.

isimlendirilmek için kendini gizleyen isim.

insanlığa ve dünyaya

duyulmak, görülmek, isimlendirilmek için yüksek sesle konuşan yıldız.

geçmişten hasat edilecek olan gelecek.


kara maskemizin arkasında,

silahlı sesimizin arkasında,

isimlendirilemeyen ismimizin arkasında,

gördüğünüzün arkasında, bizim arkamızda,

bizim arkamızda, biz siziz.


arkada, biz, sıradan, alışılmış kadın ve erkekleriz

her ırktan,

her renkten,

her dili konuşan,

her yerde yaşayan.

aynı unutulmuş kadın ve erkekler.


aynı dışlanmış,

aynı hor görülmüş,

aynı eziyet edilmiş insanlar

biz siziz.


arkamızda, siz bizsiniz.

maskelerimizin arkasındaki bütün dışlanmış kadınların yüzüdür,

bütün unutulmuş yerlilerin,

bütün eziyet görmüş homoseksüellerin,

bütün dövülmüş göçmenlerin,

bütün küçümsenen işçilerin,

bütün ihmal kurbanlarının,

bütün sıradan ve alışılmış kadın ve erkeklerin,

saymayanların,

görülmeyenlerin,

isimsizlerin,

yarını olmayanların yüzü...


4 Mayıs 2009 Pazartesi




Güneşin batışına yakın, Ankara’nın ıslak kaldırımlarında, kafam eğik yürüyordum. Kafamda dandadadan ötüyordu. Boğazım susuzluktan kurumuştu, öyle ki yutkunmaya çalıştıkça boğazımda bir acı oluşuyordu. En yakın bara attım kendimi, garsona bir Arjantin işaret ettim. Kirli sakallı herif buz gibi bardağı getirdi masama. Cama yakın oturmuştum, sokağı izleme niyetindeydim. Öylece baktım sokağa, gelip geçenlere, dükkân sahiplerine, liselilere, transseksüellere, polislere uzayıp giden, türlü sıfattaki insan sürüsüne. Sıkıntıdan bardağın buğusuna ismimi yazmaya çalışırken, bara yaşıtlarımdan bir çift girdi. Kız uzun-siyah saçlı, yeşil gözlü ve orta boyluydu. Oğlan temiz yüzlü, sarışındı. Oğlanın gözleri zaten umurumda değildi. Tipi de bir boka benzemiyordu. Benzese de, söylemezdim zaten. Fakat unutmadan eklemem gerek, eğer kızın saçları kızıl olsaydı, erkek için bu kadar bilgiyi de vermezdim, buraya da başka şeyler yazardım. Duvar dibine oturdular, hemen yanı başımdaydılar. Göz ucuyla kıza bakıyordum, oğlanı da göz hizamda tutuyordum ki ben göz ucuyla kıza bakarken, onun radarına yakalanmayayım diye. Kız cep telefonunda bir şeyleri karıştırırken, oğlan sigarasını ve cep telefonunu masanın üzerine bıraktı. Garson yanlarına yaklaşınca, oğlan kıza ne istediğini sordu, kız bira istedi, oğlan da ismini bilmediğim ama kanımca kokteyl olan bir içki söyledi. Dangalak herif, sırf ibneliğine, kimsenin bilmediği içkiyi istiyor. Kız akıllı tabi “çakarım biramı, yaparım muhabbetimi” derdinde. Fakat kızın yüzünde bir gerginlik var, dudaklarını kemiriyor. Oğlan kafasını kaldırmadan çakmağıyla oynuyor. Hava artık iyicene kararmıştı, ben bir bira daha söyledim kendime, bir de müziğin sesini biraz kısmalarını rica ettim, maksat yan masayı daha iyi duymak. Onlarında içkilerini getirdi garson. Oğlan içkiyi ne kadar sevdiğiyle söze başladı, kız gülümsedi. Niye gülüyorsun canım benim? Biliyorum sen de farkındasın, bu lavuk sana kur yapıyor ama sen akıllısın, bu dangalağı postalarsın.
Kız birasına uzandı; eller diyorum, ne kadar küçük ellerin var, ojeler de güzel olmuş, ufacık lan. Kendi ellerime baktım, avuç içi terli, tırnaklar yenmiş, parmaklar da kalem boyası, bok gibi lan. Oğlanda artık ilk dakikaların rahatlığı yoktu, o da gerilmeye başlamıştı. Belli ki önemli şeylerden bahsedecekti. Oğlum kabul etmeyecek lan, bu kız seninle çıkmaz, o dandik içkini al ve kalk masadan, kalk lan! Şarkı değişti, beth gibbons söylemeye başladı. Kız cep telefonunu tekrar aldı eline, şarkıdan mırıldanmaya başladı. Bu da bizim şarkımız olsun be, valla bak, hem evde albümleri de var, bize gidelim mi? Acaba diyorum, peçeteye “ seni seviyorum, hatalıysam ara: 0506 208216875 ” yazsam, olur mu? Oğlan derslerinden söz etmeye başladı, kız da bir şeyler söyledi, zor dedi, zaten derslere pek girmiyorum filan dedi. Saçların diyorum, kızıl diyorum, bak inan çok güzel olacaksın diyorum ki oğlan lafımı bölüyor, diyor ki; seninle uzun zamandır konuşmak istiyordum, biliyorsun. O zaman konuş hıyarto! götlek! Kız içkisinden bir yudum aldı, dudaklarına küçük bir gülümseme yerleştirdi, tatlı tatlı dinliyordu oğlanı. Çocuk konuşmaya devam ediyordu, bütün yük omuzlarından kalkmıştı ve olabildiğince akıcı bir şekilde iltifatlarını sıralıyordu. Anlatamadım galiba birader! Kız benim diyorum oğlum, niye ısrar ediyorsun, bir bira daha getirir misiniz? Kız ellerini masanın üzerine koydu, oğlan hala konuşuyordu, sıs lan! Oğlan sustu, kızın ellerinden tuttu. Kız gözlerini masaya dikti ve yanaklarının kırmızılığından bahsetti, ben de seni seviyorum dedi. Oğlan çok mutlu oldu, kıza bir bira, kendine de o dandik içkisinden söyledi. Ben hesabı istedim, evin yolunu tuttun. Yüzümü yıkadıktan sonra ilk işim çay koymak oldu.