14 Mayıs 2009 Perşembe


Sıcaktan bunalıyordum, durakta, sırtımı dayadığım yerde “çok karizmatiğim olm” diyerek sigaramı içiyordum. Arka yapraklarına iddaa maçlarını not ettiğim gereksiz defterimle ve kulağımda kulaklığımla otobüsün gelmesini bekliyordum. “Yürüsene arkadaşım” diye arkamdan dürtülmeseydim, Nuri Bilge Ceylan sineması kıvamındaki durumum devam edecekti. Arkamı dönüp bağırmasana arkadaşım diyecektim, tuttum kendimi, yapma Ahmet dedim, yakışmaz dedim. Otobüs durağa yaklaşınca öne doğru minik adımlar atmaya başladım, otobüsün kapısına yaklaşınca, aradan çakallık yaparak sıraya girmeye çalışanlara nefret dolu, pis bakışlarımı attım.
Ön koltuğa kurulup, ellerimi nereye koyayım lan diye düşünürken yanıma dilberdudaklının teki oturdu. Gerçi önce saçlarını görmüştüm, onlar da güzeldi. Teni de güzel gibi duruyordu. Gözleri elaydı, es geçmeyeyim bunu da. Boyu, kilosu normal(?) insan ebatlarındaydı. Yani balık gibiydi. Kısrak gibiydi. Aslında kediye de benziyordu. Şimdi düşününce dinazor gibi duruyormuşum yanında. Fil gibi bir hafızaya sahip değilim ama köpek balığı hislerine sahibim. Yanında maymunluk yapmayayım diye kendimi zor tuttum. Belgesel tadında devam ediyordu her şey…
Bacaklarımı cama doğru iyicene yasladım, ufaldıkça ufaldım. Yeter ki o rahat etsin, yeter ki yanımda bunalmasın, yeter ki… Sol tarafa dönemiyordum, devamlı dibimdeki pencereden dışarıya bakıyordum. Aslında dışarıya bakıyormuş ayağıyla, penceredeki yansımasına bakıyordum. O pencereye bakınca, aha yakalandım diye, önüme bakıyordum.
Benim önüme baktığımı görünce, neyin var diye sordu. Biraz canım sıkılıyor, dedim. Başını omzuma koydu. Ben de omzumu yavaşça aşağıya doğru gerdim, sonra tüm kuvvetimi omzumda toplayarak, kafasına omuzla demi-voleyi bi çaktım ve gooooooool!



Hiç yorum yok: